Yeni Sitemize Yönlendiriliyorsunuz !

Join the forum, it's quick and easy

Yeni Sitemize Yönlendiriliyorsunuz !

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Türk Destanlari

    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:27 am

    1.Yaratılış Efsaneleri

    Orta
    Asya'da yaşayan Türk toplulukları arasında dünya ve insanın yaratılışı
    hakkında birçok efsane saptanmıştır. Bu efsaneler yakın çağlarda
    derlendikleri için İslamlık, Hıristiyanlık, Budizm, Maniheizm gibi
    dinlerden etkiler taşımaktadırlar. Ancak bunlar genel yapısıyla erken
    dönem Türk mitolojisinin izlerinin görüldüğü önemli ürünlerdir.

    Aşağıda, Altay Türkleri'ne ait iki yaratılış efsanesi verilmiştir. Bu
    iki efsane temel olarak birbirlerine benzerler; ama ayrıldıkları
    noktalar da vardır; aralarındaki farkları, okuyunca anlayacaksınız.
    İlk efsane W. Radloff tarafından saptanmıştır; ikinci efsane ise V.
    Verbitskiy tarafından saptanmış olup ilk efsaneden daha değişik bir
    söyleyişe sahiptir. İki efsanede de tek bir yaratıcı Tanrı vardır.
    Birinci efsanede Tanrı; Kayra Kan, Kuday ve Kurbustan adlarını
    taşırken, ikinci efsanede Ülgen, Bay-Ülgen adlarına sahiptir. İki
    efsane de dış etki (Çin ve İran) taşırlar.

    Bu yaratılış efsanelerinde İran mitolojisinin ile Mani dininin
    etkisinin olduğu görülmektedir. İkili düşünce ilkesi (dualizm) İran
    mitolojisinin en önemli özelliğidir. İran mitolojisinde Hürmüz, iyilik
    ilahıdır ve gökte oturur; Ehrimen ise yeraltında karanlıkların
    ilahıdır. Aynı durum Altay Türkleri'nin yaratılış destanlarında da
    vardır. Altay yaratılış destanlarında da Tanrı Kuday gökte oturur,
    Şeytan Erlik ise yer altında. Ama Erlik, Tanrı değildir; yalnızca
    güçlü bir körmös'tür (şeytan). Türk Tanrı düşüncesi, İran
    mitolojisindeki ikili ilah sistemini tek ilahlı sisteme çevirmiştir.

    İran mitolojisinde Hürmüz, birçok yaratık yaratır ve Ehrimen de
    bunların bir bölümünü kendisine vermesini ister; ama olumsuz yanıt
    alır. Aynı durum Altay yaratılış efsanesinde de söz konusudur. Tanrı
    Kuday (Ülgen) da birçok yaratık yaratır ve Erlik bunların bir kısmını
    kendine ister ama Tanrı bunu reddeder.

    Altay yaratılış destanlarında, herşeye gücü yeten ve günümüzdeki Tanrı
    inancının aynısı olan bir inanış yoktur. Altay yaratılış destanlarında
    Tanrı'ya yaratma eyleminde kimi varlıklar yardım eder (mesela Ak Ene
    ve Kişi yani Erlik). Bu yüzden bu efsanelerde her şeye kaadir bir
    Tanrı imajı yerine, yaratma eyleminde çeşitli varlık ve nesnelere
    başvuran bir ilah portresi çizilmiştir.

    Verbitskiy'in saptamış olduğu yaratılış efsanesinde (aşağıdaki ikinci
    efsane) balığın dünya ile ilgili simgeselliğine yer verilmiştir. Bu
    efsaneye göre dünyanın altındaki üç balığın, dünyanın dengesini
    sağlamada rolü vardır. Burada balığa kutsallık verilmiş ve dünyanın
    dengede durmasının simgesi olmuştur. Bu özellik eski Hint
    mitolojisinde de vardır. Balığın burada kullanılması aynı zamanda onun
    insanın yaratılışının, yaşamın yeniden doğuşunun, bolluk ve bereketin
    simgesi olmasından ileri gelmiştir. Kimi araştırmacılar göre Kırım
    Türkleri de benzer biçimde, dünya okyanusunda büyük bir balık
    bulunduğunu ve balığın üzerinde boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğa
    olduğunu ileri sürerlerdi.

    Altay yaratılış efsanelerinin bazı kahramanları yabancı adlar taşırlar;
    mesela Mangdaşire, Şal-Yime, May-Tere vb. Bu efsanelerin bazı
    motifleri de Eski Türk kültüründe bulunmamaktadır. Mesela Tanrı'nın
    gökte oturması, yaratma eyleminde nesne ve kişilere başvurması,
    Ak-Ana, Tanrı'nın insanlarla doğrudan konuşması ...gibi. Altay
    yaratılış efsanelerinde, Türk destanlarındaki güçlü yapı ve görkem de
    yoktur. Ergenekon Destanı ile karşılaştırılmaları bile bunu kolayca
    gözler önüne serer.

    Aşağıda iki yaratılış efsanesi de yer almaktadır.




    YERİDİNG PÜTKENİ
    (Yerin Yaratılışı)

    Herşeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile
    Kişi vardı. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı.

    Tanrı bir şey düşünmüyordu. Kişi, yel çıkarıp suyu dalgalandırdı;
    Tanrı'nın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı'dan
    güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya
    düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. "Bana yardım et!" diye bağırıp
    Tanrı'dan yardım istedi.

    Tanrı "Yukarı çık!" dedi, o da sudan çıkıverdi. Sonra Tanrı, "Sağlam
    bir taş olsun!" dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Tanrı ile Kişi,
    taşın üzerine oturdular. Tanrı, Kişi'ye "Suya dal, suyun dibinden
    toprak çıkar!" diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı'nın buyruğunu yerine
    getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Tanrı'ya ***ürdü.

    Tanrı, Kişi'nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken "Yer olsun !"
    diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Tanrı, yine
    Kişi'ye "Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar !" diye buyruk
    verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye
    düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Tanrı'dan
    gizlemek için ağzına attı. Dileği, Tanrı'dan gizli kendine göre bir
    yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Tanrı'ya uzattı. Tanrı,
    toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. O'nun suya
    serptiği toprak gibi, Kişi'nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe
    başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı.
    Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı'yı buluyordu. O'ndan
    kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı'ya yalvarmağa başladı: "Tanrı! Gerçek
    Tanrı! Bana yardım et".

    Tanrı, Kişi'ye "Ağzındaki toprağı ne için sakladın" dedi. Kişi,
    "Kendime yer yaratmak için saklamıştım" diye yanıt verdi. Tanrı da,
    "Öyleyse at ağzından ve kurtul" dedi. Kişi'nin ağzındaki toprak yere
    dökülürken küçük tepeler oluştu. Tanrı, "Artık sen günahlı oldun"
    dedi, "Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar,
    senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana
    uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek.
    Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da
    Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun,
    günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun".

    Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Tanrı, bu dalsız budaksız
    ağaçtan hoşlanmadı. "Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel
    değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun!" dedi. Dalsız budaksız ağaç birden
    dokuz dallı oldu. Tanrı, "Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden
    dokuz kişi türesin; bunlar dokuz ulus olsun!" dedi.

    Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye
    düşündü. Tanrı'ya gürültünün nedenini sordu. Tanrı, "Ben bir kaganım,
    sen de kendince bir kagansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim
    ulusumdur!" dedi. Erlik, Tanrı'dan bu ulusu kendisine vermesini
    istedi. Tanrı, "Olmaz!" diye karşıladı; "Sen /edit:küfür/ kendi işine bak!".

    Erlik'in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek
    kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları,
    kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Tanrı bunları nasıl
    yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne
    dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik
    baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar,
    öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu.
    İnsanlar, şu yanıtı verdiler: "Tanrı bize şu yandaki dört dalın
    yemişini yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı'nın izin verdiği, ağacın
    gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek,
    yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bundan sonra
    Tanrı göğe çıktı. Beş dalın yemişi de bizim aşımız oldu"

    Bu yanıt, Erlik'i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Törüngey
    denilen erkeğe yaklaştı. Ona "Tanrı size yalan söylemiş. Asıl,
    yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir
    deneyin; göreceksiniz" dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına
    girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden
    yedi. Doğanay'ın karısı Eje, yanlarına geldi. Erlik, Törüngey ile
    Eje'ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Törüngey, Tanrı'nın
    sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Eje dayanamadı, yedi.
    Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Törüngey ile Eje'nin
    tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına
    saklandılar.

    Derken Tanrı geldi. Bütün ulus, kaçışıp bir köşeye gizlendi. Tanrı,
    "Törüngey! Törüngey! Eje! Eje! Neredesiniz" diye haykırdı. Törüngey ile
    Eje "Ağaçların arkasındayız" dediler, "Karşına çıkamıyoruz,
    utanıyoruz". Sonra, olanları bir bir anlattılar. Tanrı, bildiği
    şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. "Şimdi
    sen de Körmös'ten (Şeytan'dan) bir parça oldun" diyerek yılana verdi
    ilk cezayı. "İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip
    öldürsünler!" dedi. Eje'ye döndü, "Sen, Körmös'ün sözüne uydun. Yasak
    yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı
    çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın". Törüngey'e de şöyle
    diyerek cezasını verdi: "Körmös'ün aşını yedin. Benim sözümü
    dinlemedin, Körmös Erlik'in sözüne uydun. Onun adamları onun
    dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun
    kalır. Körmös bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim
    sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz
    oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım.
    Artık, insanlar senden türeyecek."

    Tanrı, Erlik'e de kızdı. "Benim adamlarımı niçin aldattın ?" diye sordu
    öfkeyle. Erlik "Ben istedim, sen vermedin" dedi, "Ben de senden
    çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım.
    İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp
    döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım".
    Tanrı da, "Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan
    karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum" diyerek Erlik'i
    cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden şöyle dedi:
    "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde
    edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok. Artık, yüz yüze gelip sizinle
    konuşmayacağım. Bundan sonra size May-Tere'yi göndereceğim".

    May-Tere, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da May-Tere yaptı. Ot
    köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, May-Tere'ye
    yalvardı: "Ey Gök Oğul, bana yardım et. Tanrı'dan izin dile. Yanına
    çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana". May-Tere, Erlik'in dileğini
    Tanrı'ya iletti. Tanrı aldırış etmedi. May-Tere, altmış yıl yalvardı.
    Sonunda Tanrı, Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen,
    insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin!" Erlik,
    söz verdi. Tanrı'nın katına çıktı. Baş eğdi. "Beni kutsa. Bana izin
    ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı. Tanrı, izin verdi.
    Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere
    yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular.
    Tanrı'nın en sevgili kullarından olan Mangdaşire, bu duruma çok
    üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: "Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde
    sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik'in adamları ise, göklerde keyfedip
    duruyor." Mangdaşire, bu üzüntü içinde Erlik'e savaş açtı. Erlik, daha
    güçlü çıktı. Ateş ile vurup Mangdaşire'yi kaçırdı. Mangdaşire,
    Tanrı'nın katına çıktı. Tanrı, "Nereden geliyorsun?" dedi. Mangdaşire,
    "Erlik'in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise
    yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik'in
    yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik'le
    savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye yanıt verdi. Tanrı,
    üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez"
    dedi, "Erlik'in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün
    Erlik'in gücünden üstün olacak". Mangdaşire'nin yüreği serinledi,
    rahat rahat uyudu.

    Gün geldi, Mangdaşire güçleneceğini anladı. O gün Tanrı, Mangdaşire'yi
    yanına çağırdı. "Var /edit:küfür/. Güçlendin artık. Erlik'in göklerini başına
    yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin" dedi, "Sana, kendi
    gücümden güç verdim". Mangdaşire şaşırdı: "Yayım yok, okum yok. Kargım
    yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle
    Erlik'i nasıl yok edebilirim?". Tanrı, Mangdaşire'ye bir kargı verdi.
    Mangdaşire, kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi,
    kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu,
    yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra
    kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı'nın özene bezene
    yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları
    yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can
    verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar
    hayvanların ayakları altında kaldılar.

    Erlik, varıp Tanrı'dan kendine yeni bir yer istedi. "Benim göklerimin
    yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı" dedi. Tanrı,
    Erlik'i yerin altındaki karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat
    kilit vurdu. "Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez
    ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere
    sürerim" dedi. Bunun üzerine Erlik, "Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını
    bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim" dedi. Tanrı, "Yo,
    onları sana vermeyeceğim" dedi, "İstiyorsan kendin yarat". Erlik eline
    çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Bir vurdu, kurbağa çıktı.
    Bir vurdu, yılan çıktı. Bir vurdu, ayı çıktı. Bir vurdu, domuz çıktı.
    Bir vurdu, Albıs (kötü ruh) çıktı. Bir vurdu, Şulmus (kötü ruh) çıktı.
    Sonunda Tanrı, Erlik'in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe
    attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Tanrı, kadını tutup
    yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmez, tüyü
    yelek olmaz Kurday denilen kuştur. Tanrı, erkeği de tutup yüzüne
    tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.

    Bu olanlardan sonra Tanrı, insanlara "Ben size mal verdim, aş verdim.
    Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz
    de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim" dedi.

    Yardımcı ruhlarına döndü: "Şal-Yime; sen, rakı içip aklını yitirenleri,
    körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin.
    Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini
    öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları,
    başkalarına kötülük edenleri de alma. Benim için, bir de kaganları için
    savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.

    İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden
    uzaklaştırdım. Körmösler size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama
    onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Benim
    adımı söylerseniz korumam altında olcakasınız. Şimdi ben aranızdan
    ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın.
    Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim.
    Şimdilik benim yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şal-Yime kalacaklar;
    size yardımcı olacaklar.

    Yapkara! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin canlarını çalmak isterse, Mangdaşire'ye söyle; o güçlüdür.

    Şal-Yime! Sen de iyi dinle. Albıs, Şulbus yeraltındaki karanlıklar
    ülkesinden çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen May-Tere'ye bildir. Ona güç
    verdim. O, kötü ruhları koğar.

    Podo-Sünku, Ay'ı ve Güneş'i bekleyecek. Mangdaşire, yeryüzünü ve
    gökyüzünü koruyacak. May-Tere, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak.

    Mangdaşire, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır.
    İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin
    (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret".

    Sonra, Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire, Tanrı'nın sözlerini yerine getirdi.
    Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi,
    Mangdaşire kendi kendine mırıldandı: "Bugün beni yel uçuracak, alıp
    ***ürecek". Bir yel geldi, Mangdaşire'yi uçurup ***ürdü. Bunun üzerine
    Yapkara insanlara "Mangdaşire'yi Tanrı yanına aldı. Artık, onu
    bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse
    oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Tanrı'nın yargısı budur"
    dedi.

    İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.

    --------------------------------------------------------------------------------
    İKİNCİ YARATILIŞ EFSANESİ

    Gök yoktu, yer yoktu. Yalnızca, sonu olmayan bir deniz vardı. Tanrı
    Ülgen (Aakay, Kurbustan), bu denizin üzerinde uçuyordu. Konacak sert
    bir yer arıyordu, bulamıyordu. Böyle uçarken gönlüne doğdu. Bir ses
    "Önündeki nesneyi yakala" diye fısıldadı. Ülgen, bu fısıltıyı
    yineledi. Ellerini öne doğru uzattı. O sırada su yüzüne bir taş
    çıkmıştı. Ülgen, taşı yakaladı, üzerine kondu. Taşın üstünde ne
    yapacağını düşündü. Uçsuz bucaksız suyun içinden Ak Ene (Ak Ana),
    süzülüp Ülgen'in karşısına çıktı ve "Yarat" dedi; üç kez yineledi.
    Ülgen "Nasıl?" diye sordu. Ak Ene "Yaptım oldu de, yaptım olmadı deme"
    dedi. Sonra, Ak Ene kayboldu. Bir daha da görünmedi. Ülgen, insanlara
    şu buyruğu verdi. "Var olana yok demeyin; vara yok diyen de yok
    olur!".

    Ülgen, "Yer yaratılsın!" dedi; yer yaratıldı. "Gökler yaratılsın!" diye
    buyurdu; gökler yaratıldı. Böylece bütün dünyayı yarattı. Sonra, üç
    büyük balık yaratıp, yeri onların üzerine yerleştirdi. Balıklardan
    ikisini yerin kenarına, üçüncüsünü ortasına temel yaptı. Ortada
    bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını eğerse,
    kuzeyden yayık (tufan) olur. Başını daha aşağı eğerse, yeryüzünde su
    basmadık bir avuç yer kalmaz. Onun için bu balık, büyük bir zincirle
    bir direğe bağlanmıştır. Onu, Mangda-Şire yönetir.

    Ülgen, dünyayı yaratırken ay ve gün ışığının dokunduğu Altın Dağ'da
    oturdu. Bu dağ, gök ile yer arasında idi. Dünya'nın yaratılışı altı
    gün sürdü. Yedinci gün Ülgen yatıp uyudu; sekizin gün kalktı...

    Bizim Ay ve Güneş'imizin dünyasından başka, doksan dokuz dünya daha
    vardır. Bunların hepsinde birer uçmag (cennet), birer tamu (cehennem)
    vardır. Herbirinde insanlar bulunur. En büyük dünya, Han Kurbustan
    Tengere'dir. Bay-Ülgen, bu âlemin yönetimini yardımcılarından olan
    Mangızın Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yerinin adı
    Altın Telegey'dir. Cehennemi, Mangız Toçiri Tamu'dur. Bu tamuyu,
    Matman Kara adlı bir zebani yönetir.

    Doksan dokuz âlemin ortancası, Ezre Kurbustan Tengere'dir. Ezre
    Tengere'yi, Belgein Keratlu Türün Musıkay Burkan'a verilmiştir.
    Yerinin adı, Altın Şarka'dır. Cehennemi, Tüpken Kara Tamu'dur. Bu
    cehennemi Matman Karakçı yönetir.

    Kişioğullarının bulunduğu bizim dünyamız, en küçük dünyadır. Adına,
    Kara Tengere Dünyası denilir. Bu dünyayı, May-Tere yönetir.
    Cehenneminin adı, Kara Teş'tir. Bu cehennemi, Kerey Han yönetir. Bizim
    dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.

    Bay-Ülgen, birgün denize bakarken, suyun üstünde bir toprak parçasının
    yüzdüğünü gördü. Toprağın üzeri, insan gövdesine benzeyen bir kil
    tabakası ile kaplıydı. Ülgen, "Bu cansız toprak, kişi olsun!" diye
    buyurdu. Toprak, kişi oldu. Ülgen, ona Erlik adını verdi; olduğu yere
    bıraktı. Erlik, giderek Ülgen'i buldu. Ülgen de onu yanına aldı;
    kendisine küçük kardeş yaptı. Bir zaman sonra Erlik, Ülgen'i kıskandı.
    Ondan daha güçlü olmak istedi. Ülgen'e imrendi, "Ben de onun gibi
    olmalıyım" diye düşündü. Düşüne düşüne Ülgen'e düşman oldu. Ülgen
    bunun yerine, Mangdaşire'yi yarattı. Sonra da, bizim dünyamızda yedi
    kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktan oldu.
    Kulaklarına üfledi, can verdi. burunlarına üfledi, akıl verdi. En
    sonra da, yine bir kişi yarattı ve May-Tere adını verdi. Ona "Bu
    insanları sen yönet" diye buyurdu.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:28 am

    ALP ER TUNGA DESTANI
    Destan Hakkında Kısa Bilgi:


    Yaradılış Destanından sonra bilinen ilk büyük ve millî Türk Destanı Alp
    Er Tunga Destanıdır. Fakat bu destanın, hattâ özeti hakkında dahî kesin
    bilgiler edinilmiş değildir; çok eski çağlarda ve Türk Boylan arasında
    böyle bir destanın söylenmiş olduğu, bilinmeyen sebeplerden, belki de
    bu destanlardan sonra çekirdeklenmeye başlayan ve daha etkili bir
    şekilde Türk Boylarını coşturan destanlar, özellikle Oğuz Kağan
    Destanının etkisiyle unutulmağa başlamış olabileceği varsayımını kabul
    etmek zorundayız,



    Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı
    Lugat-it Türk'tür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut
    tarafından yazılan bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son
    kısımlarına ait bir ağıt (sagu) yazılı olarak verilmektedir.



    Bu Türk Beğlerinde atı belgülük


    Tunga Alp Er idi katı belgülük


    Bedük bilgi birle öküş erdemi


    Biliglig ukuşlug budun ködremi


    Tacikler ayur ânı Afrasyab


    Bu Afrasyap tutdı iller talab



    Bugünkü Türkçemizle: "Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve
    kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında
    sayılamayacak kadar çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı,
    meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab
    dünyaya hükmetti" anlamına gelen bu ağıttan, Alp Er Tunga'nın,
    İranlılar arasında da çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır. Nitekim, İran
    Destanı olan Şehnâme'nin yazan Firdevsî de, destanının büyük bir
    kısmında Afrasyab'ın kahramanlıklarından söz etmek zorunda kalmıştır.
    Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz edilebilmesi
    için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları
    gerekmektedir. Alp Er Tunga'da bu değerler fazlasıyla vardır. Şehnâme'ye
    göre, önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen
    Alp Er Tunga Îran-Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır.
    Babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş
    açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan ve göğsü aslana eş güçte ve fil
    kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran hükümdarını esir aldı.



    İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de
    Kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı
    Zal, Alp Er Tunga'nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için
    Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını
    kurtaramadı. Zaman geçti. İran ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu
    fırsat bilen Alp Er Tunga iran'a bir daha savaş açtı . O zamana kadar
    Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i
    yolladı. 'Halen Anadolu'da Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk
    kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye hikâyeleri
    anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız
    savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga
    kazandı. (Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak
    gerekir.)



    Bu savaşlar sürüp giderken, İran'ın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu
    Siyavuş'u ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak
    şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı,
    hattâ Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da
    bir oğlu oldu.



    Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev
    Zaloğlu Rüstem'i hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine
    gönderdi. Yine bir çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve
    en sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı.
    Tek başına dağlara çekildi. Orada, bir mağarada tek başına yaşadı.
    Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya
    atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan Iran askerleri
    yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek
    başınaydı. Öldürdüler.



    Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan
    Firdevsî'nin Zal Oğlu Rüstem'i ve diğer İran asker ve hükümdarlarını
    üstün görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tunga'yı yenik durumlara
    düşürmesi olağan karşılanmalıdır. Alp Er Tunga'mn çok büyük bir yiğit,
    üstün değerlere sahip bir Hakan olduğunu anlamak için bir Iran
    Destanında ne kadar değerli bir yer kapladığı düşünülmelidir. Firdevsî,
    kendi milletinin kahramanlarını değerlendirebilmek için ancak bir Türk
    Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp Er Tunga'mn nasıl bir destan
    yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan savaşlarının önde gelen
    bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de sahiptir;
    Firdevsî'nin Alp Er Tunga'yı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak
    vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsî'yi
    etkisi altına almıştır.



    Prof. Zeki Velidî Togan'a göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan
    ve M.Ö. yedinci yüzyılda OrtaTiyanşan çevresinin en güçlü devleti
    olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya
    Saka adını taşımaktadır. Bu Türk imparatorluğu, birçok kavimler
    üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusya'yı da içine almak üzere Doğu
    Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa
    bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan çevresindekilere
    Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en parlak
    devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er
    Tunga'dır.



    Divan-ı Lugat-it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı parçalar kaydedilmiştir.



    Bu parçalar, o günkü ve bugünkü Türkçe söyleyişle aşağıya alınmıştır:



    Alp Er Tunga öldi mü?


    Isız ajun kaldı mu?


    Ödlek öçin aldı mu?


    Emdi yürek yırtılur.


    Ödlek yarağ közetti


    Oğrun tuzağ uzattı


    Begler begin azıttı


    Kaçsa kah kurtulur?


    Begler atın urgurup


    Kadgu anı turgurup


    Mengzi yüzi sargarup .


    Korkum angar türtülür.


    Uluşıp eren börleyü


    Yırtıp yaka urlayu


    Sıkrıp üni yırlayu


    Sığtap közi örtülür.


    Könglüm için ötedi .


    Yitmiş yaşıg kartadı


    Kiçmiş ödig irtedi


    Tün kün kiçip irtelür Alp Er Tunga öldü mü?


    Kötü dünya kaldı mı?


    Felek öcünü aldı mı?


    Şimdi yürek yırtılır.


    Feleğin silahı hazır


    Gizli tuzak kurdurur


    Beyler beyini vurdurur


    Kaçsa nasıl kurtulur?


    Beyler atlarını yorup


    Kaygıdan çaresiz durup


    Beti benzi sararıp


    Sarı safrana döndüler.


    Erler kurt gibi hıçkırdı


    Yaka bağır yırtıp durdu


    Acı ağıtlar çığırdı


    Yaş akar gözler kurur.


    Gönlüm içinden yandı.


    Geçmiş zamanı andı.


    Geçen günler nerdedir?
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:28 am

    Şu Destanı
    Şu
    Destanı, Türkler'in en eski destanlarından biridir. Destanın kahramanı
    olan Şu, bilginlerin tahminlerine göre MÖ dördüncü yüzyılda yaşamış
    bir Türk kaganıdır. Şu Destanı'nın konusu, Makedonyalı İskender'in
    Asya içlerine doğru ilerlerken Türkler'le yaptığı savaşlardır (?).
    Ama, türkolog Zeki Velidi Togan'a göre, destanda adı geçen İskender'in
    Makedonya'lı İskender ile bir ilgisi yoktur ve Şu Destanı'nın konusu
    Makedonyalı İskender'in istilası değil daha önceki yüzyıllarda oluşmuş
    bir Aryani istilasıdır.



    Destanda Türk boylarının oluşumu ve Türkler'in kent yaşamına geçmeğe
    başlamaları da anlatılmaktadır. Ayrıca, ulusunu bir istiladan korumak
    için çaba gösteren bir kaganın kaygılarının ince bir biçimde
    işlenmesi, destana ayrı bir özellik katmaktadır.. Şu Destanı,
    kendisinden sonra oluşacak Türk destanlarının ana çizgilerini ve
    süslemelerini belirlemiştir.



    Şu Destanı, kimi bilginlere göre Saka Türkleri'nin destanıdır. Şu
    destanında müzik ve ezgi önemli bir rol oynar; ama bu müzik insan
    sesine değil, sazların sesine dayanır. Destanın kahramanı genç kagan
    Şu, Türk destanlarının yerinde durmayan hareketli ve atak
    yiğitlerinden daha değişik bir yapıdadır. Kagan Şu, beden ve ruh
    yapısı ile daha çok, Osmanlı hakanı 3. Selim'i andırır. Şu Kagan, 3.
    Selim gibi içli, sanatçı, düşünceli ve mantıklı bir kimsedir.
    Sarayının kapısında günde 365 nöbet çalınır.



    Şu Destanı'nın özeti aşağıda yer almaktadır:



    Şu Kalesi'ni, Balasagun yakınlarında genç kagan Şu yaptırmıştı. Kagan
    Şu'nun sarayı ise Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da çok güçlü
    bir ordu bulunuyordu. Balasagun kenti çok zengindi. Şu Kagan'ın
    sarayının önünde ordu beğleri için her gün 365 nöbet vurulurdu. Bu
    sırada, Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran
    içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş, ülkeleri işgal
    etmişti. Zülkarneyn, Semerkand'a değin ilerlemiş, Türk illerine
    yaklaşmıştı.



    Şu Kagan'ın gözcüleri, Zülkarneyn'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne
    yaklaştığını bildirdiler. Gözcüler, Şu Kagan'a şöyle dediler:



    ''Zülkarneyn denilen, gün batısından kopup gelen bir kıral ordusuyla
    bize yaklaşmaktadır. Önüne çıkan orduları dize getirmiş, yerle bir
    etmiştir. Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?''



    Genç kagan Şu, habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü. Çünkü daha
    önceden, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı
    kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti. Yiğitler, kimseye
    görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için, ordu
    habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri kötü haberden Şu
    Kagan'ın kaygılanmamasına, kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar. Şu
    Kagan gönlü ise rahattı.



    Şu Kagan'ın gümüşten bir havuzu vardı. Havuzu, işten anlayan ustalara
    yaptırmıştı. Havuz, istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kagan, savaşa
    bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı. Konakladığı yerlerde içine su
    doldurtur, su dolu bu gümüş havuza kazlar, ördekler salar, onlara
    bakardı. Kazların, ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek
    kendisini dinledirir, dinlenirken de ulusunun geleceği ile, sefer ve
    savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı. Şu Kagan, haberciler
    geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları, ördekleri
    seyrederek dinleniyordu. Habercilerin:



    ''Ne buyruk verirsin kaganım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?''



    Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri gösterek şöyle dedi:



    ''Bakın. Görüyor musunuz... Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?''



    Haberciler, kaganlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar. Ona
    kuşku ile baktılar. ''Herhalde kaganımızın hiç bir hazırlığı yok.
    Onun için ne yapacağını bilemiyor'' diye düşündüler.



    O sırada, Zülkarneyn'in ordusu Hucend Irmağı'nı geçmişti. vakit gece
    yarısına geliyordu. Hucend Irmağı kıyılarında gözcülük yapan, Şu
    Kagan'ın kırk yiğidi atlanıp, yıldırım gibi Şu Kalesi'ne geldiler. Şu
    Kagan'ın katına varıp Zülkarneyn'in Hucend Suyu'nu geçtiğini,
    Balasagun yolunda ilerlediğini bildirdiler. Daha önceki habercilerin
    sözlerini dinlerken kılı kıpırdamayan Şu Kagan, kırk yiğidin sözleri
    üzerine hemen göç davulunun çalınmasını buyurdu. Davulun çalınması ile
    birlikte doğuya doğru hızla yola koyuldular. Bu durum halkı şaşırttı.
    Gündüzün hazırlık yapılmadan, gece vakti göçün başlamasından
    korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp bulabildikleri atlara atlayan
    millet, kaganla birlikte yola düştü. Gün doğarken, kentte kimse
    kalmamıştı. Yalnızca bomboş ve düz bir ova görünüyordu.



    Bütün millet, Şu Kagan'ın ardından gitmişti. Ancak, binecek bir şey
    bulamayan yirmi iki kişi, Şu Kalesi'nde kalmıştı. Bunlar ne
    yapacaklarını düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi. Bu iki kişi
    kap kacaklarını toplayıp sırtlarına vurmuşlardı. Yorgundular. Fakat,
    pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi iki kişi, bu yeni gelenlere
    bir yere gitmemelerini, kendileri gibi kalede kalıp beklemelerini
    söylediler.



    ''Zülkarneyn denilen her kim ise, burada uzun süre kalamaz, geldiği
    gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır.''
    dediler.



    İşte bu yüzden, bu iki kişinin adı Kalaç olarak kaldı. Bu iki kişiden
    olan çocuklar ile torunları de Kalacı adıyla anıldılar. Ama bu iki
    kişi, yirmi iki kişinin sözlerini dinlemeyerek onları bırakıp
    gittikleri için Zülkarneyn'in geldiğini görmediler.



    Zülkarneyn gelip de kalede kalan uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce
    ''Türk mânend'' dedi. Bu söz, ''Türk'e benziyorlar'' anlamına
    geliyordu. Bu yüzden, yirmi iki kişinin soylarının adı da Türkman
    (Türkmen) olarak kaldı. Giden iki kişi, gittikleri için tam anlamıyla
    Türkmen sayılmadılar. Böylece oluşan yirmi dört boydan, yirmi ikisi
    Türkmen, öteki ikisi de Kalaç diye bilindi.



    Bu olaylar olurkan Şu Kagan, ordusu ve yanındakilerle birlikte Çin
    sınırına değin ilerlemişti. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu
    Kagan, artık Zülkarneyn'i karşılayabilecek durumda olduğuna, onu asıl
    merkezinden çok uzaklara çektiğine karar verdi. Çünkü, kendi
    soydaşları arasında bulunduğu için Zülkarneyn'den daha güçlü durumua
    gelmişti. Şu Kagan, çerilerinin en gençlerini ayırdı; onları
    Zülkarneyn'in üzerine yollamayı düşündü. Veziri, gidecek olanların
    tümünün genç olduğunu, deneyimlerinin bulunmadığını, başaramazlarsa
    işin kötüye varacağını söyledi. Şu Kagan, vezirine hak verdi. Yaşlı,
    deneyimli bir subaşını çerileriyle birlikte gönderdi.



    Şu Kagan'ın çerileri bir zaman sonra Zülkarneyn'in öncü birlikleriyle
    karşılaştılar. Türk çerileri, Zülkarneyn'in öncü birliklerine bir gece
    baskını yaptılar. Baskın çok kanlı oldu. Bir ölüm kalım savaşı
    yapıldı. Zülkarneyn'in öncü birlikleri bozguna uğradılar. Türk
    erlerinden biri, Zülkarneyn'in çerilerinden birini tek kılıç vuruşuyla
    ikiye böldü. Çerinin kemerine bağladığı altın torbası parçalandı;
    içindeki altınlar yere saçıldı, çerinin kanıyla kızıla bulandı. Ertesi
    gün, gün ışıkları bu kanlı altınları parlattı. Bunu gören Türk erleri
    birbirlerine bakıp ''Altın kan! Altın kan!'' diye bağrıştılar. O
    günden sonra, bu baskının yapıldığı yerin yakınında bulunan dağa Altın
    Kan (Altun Han) dendi.



    Baskından sonra Şu Kagan ile Zülkarneyn daha savaşmadılar, barış
    yaptılar. Barış, iki taraf içinde iyi sonuçlar doğurdu. Burada bir çok
    kent kurulmağa başlandı. Uygur Türkleri ile öteki Türk boyları bu
    kentlere yerleştiler. Şu Kagan da Balasagun'a döndü. Şu Kalesi'ni
    sağlamlaştırdı. Balasagun kentinin geliştirdi. En sonunda da kaleye
    bir tılsım koydu. Bu öyle bir tılsımdı ki dörtbir yanda duyuldu.
    Leylekler kente dek geldiklerinde tılsım yüzünden daha uzağa
    uçamadılar, kenti aşamadılar.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:29 am

    Tufan Efsanesi
    Türk
    mitolojisinde, tufan ile ilgili örnekler Altay Türkleri'nin
    efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkleri'nde, tufan efsanesinin bir
    kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden birine yer
    verilmiştir. Aşağıda yer alan ve U. Harva Holmberg tarafından
    nakledilen Altay Tufan Efsanesi, İslam ve Hıristiyan dünyasının Nuh
    Tufanı anlatılarına oldukça benzemektedir. Altay Tufan Efsanesi,
    özetle şöyledir:



    Sel bütün yeri kapladığında, Tengiz (=Deniz) yerin üzerinde efendi idi.
    Tengiz'in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı.
    Nama'nın Sozun Uul, Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.



    Ülgen (Tanrı), Nama'ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu.
    Nama, sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları, kerepi bir
    dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama, onu her biri
    seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını
    söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı.
    Bundan sonra Nama, ailesi ile çeşitli hayvanları, kuşları alarak
    kerepe girdi.



    Yeryüzünü sisler kapladı. Dünya korkunç bir karanlığa gömüldü. Yerin
    altından, ırmaklardan, denizlerden sular fışkırdı. Gökten sağanaklar
    boşandı. Yedi gün sonra yere bağlanan halatlar koptu, kerep yüzmeğe
    başladı; suyun seksen kulaç yükseldiği anlaşıldı. Yedi gün daha geçti.
    Nama en büyük oğluna kerepin penceresini açmasını, çevreye bakmasını
    söyledi. Sozun Uul bütün yönlere baktı. Sonra şöyle dedi: "Her şey
    suların altına batmış. Yalnızca dağların dorukları görünüyor." Daha
    sonra Nama da baktı. O da "Gökyüzü ile sular dışında bir nesne
    görünmüyor" dedi.



    Kerep sonunda sekiz dağın birbirine yaklaştığı yerde durdu. Çomoday ve
    Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Nama pencereyi açtı, kuzgunu serbest
    bıraktı. Kuzgun geri dönmedi. İkinci gün kargayı gönderdi, üçüncü gün
    saksağanı gönderdi. Hiçbiri geri gelmedi. Dördüncü gün bir güvercin
    gönderdi. Güvercin, gagasında bir ince dalla geri döndü. Nama bu
    kuştan, öteki kuşların niçin geri gelmediğini öğrendi. Onlar sırasıyla
    geyik, köpek ve at leşi yemek üzere gittikleri yerde kalmışlardı.
    Nama bunu duyunca öfkelendi. "Onlar şimdi ne yapıyorsa, dünyanın
    sonuna değin onu yapmağa devam etsinler" dedi.



    Efsanenin devamında Nama yaşlandığı zaman, kurtardığı canlıları
    öldürmesi için kendisini kışkırtan karısını öldürür. Oğlu Sozun Uul'u
    yanına alarak cennete (göğe) çıkar. Daha sonra orada beş yıldızlı bir
    yıldız kümesine dönüşür. Holmberg'in düşüncesine göre, tufan
    kahramanları, Yayık Han'a dönüşmüştür. Yayık Han, Altay Türkleri'ne
    göre, insanları koruyan ve yaşam veren bir ruhtur. Ayrıca insanlarla
    Ülgen (Tanrı) arasında elçilik yapar.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:31 am

    OĞUZ - KAĞAN DESTANI
    1. OĞUZ DESTANININ ÖZELLİKLERİ


    Eski Türk tarihinde hükümdarların doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve
    kutsal bir olay gibi anlatılmışlardı. Hükümdarlar böyle
    kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken; elbetteki Oğuz-Kağan gibi,
    bütün Türk kaviminin atası olan kutsal bir kişinin menşeleri de,
    Tanrıya ve göğe bağlanacaktı. Eski Türklere göre herşeyi yaratan ve her
    varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi.
    Aslında göğün kendisi olan Tanrı değildi. Çünkü gök de, yer gibi, maddî
    birer varlık ve yüce Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer
    parçası idiler. Gök, bir tane idi ve dünyamızın üstünü, bir kubbe
    şeklinde kaplıyordu. Fakat bu kubbenin üstünde, daha bir çok gökler
    vardı. Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile burçların dolaştıkları, ayrı
    ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi aralarında paylaşıyorlardı.
    Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu gökte yaratıcı, büyük
    ve tek Tanrı oturuyordu. Eski Türkler, ğögün katlarını üst üste koyma
    yolu ile saymamışlardı. Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi
    ile gökleri, yedi veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar.


    "Oğuz-Kağan destanına, Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeğe başladı":


    Göktürk çağında, eski Türk dini ile inançları, bozulmadan devam etmekte
    ve gittikçe de gelişmekte idi. Uygur devleti kurulup da, yeni bir çok
    dinler Türkler arasına girmeğe başlayınca, durum biraz daha değişti.
    Çünkü Uygurlar, çok daha önceleri Çin'in ortalarında gezmişler, ticaret
    yapmışlar ve birçok insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı. "Bu dış
    ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük
    dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur." Ticaret, eski Türk
    savaşçılarının dini ile, pek bağdaşan bir meslek değildi. Eski Türk
    dini, disiplin, otorite ve savaşçılığı, herşeyden üstün tutuyordu.
    Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat bir hayata sahip olmak zorunda
    idiler. İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar Türkler göğe ve gökten
    gelen kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum birdenbire
    değişiyordu. Uygurlar, köklerini Suriye'den alıp, İran'da gelişen Mani
    dinini aldıktan sonra, aya daha çok önem vermeye başladılar. Aslında
    ise Türklerde, kutsal olan en önemli şey, gökten sonra dünyamızı ışıtan
    güneş idi. "Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir
    düşüncenin başlangıcı gibi sayılabilirdi". Bu sebeple, Uygurlar çağında
    yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında, eski Türklerin dedikleri gibi
    kutsal kişiler, artık "Göğün oğlu" değil; "Ayın oğulları" oluyorlardı.
    Oğuz-Kağan da "Ay Tanrı" nın bir oğlu idi. Destan, daha başlangıçta,
    şöyle başlıyordu:


    "Aydın oldu gözleri, renklendi ışık doldu,


    "Ay-Kağan'ın o gündü, bir erkek oğlu oldu!"



    Eski Türkler de iyi ve güzel olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı.
    Biz, nasıl yeni bir oğlu olan dostumuza, "Gözlerin aydın olsun" diyor
    isek, onlar da Oğuz-Kağan'ın doğuşu dolayısı ile, "Ay Kağan'ın gözleri
    aydın oldu, renklendi", diyorlardı.


    "Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile dolu idiler":


    Fakat Türkler, çoktan müslüman olmuş ve İsl'miyetin ana prensiplerine
    gönülden bağlanmışlardı. Aslında ise, İsl'miyet ile eski Türk dini
    arasında büyük ayrılıklar da yoktu. Buna rağmen, eski Oğuz-Kağan
    destanları, elbetteki İsl'milyetin birçok inançları ile uygunluk
    gösteremeyecekti. Bunun içindir ki, İsl'miyetten sonra yazılan
    Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik yapılmış ve İsl'miyete
    uydurulmuştu. İsl'miyeti kabul eden Türkler bizce Uygurlara nazaran,
    eski Türk an'anesini ve töresini daha çok korumuşlardı. Tabiî olarak
    biz Oğuz Türkleri üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz. "Çünkü
    Oğuzlar, bütün Ortaasya ve Türk âleminin, en soylu ve en gelişmiş
    zümreleri idiler". Şehir hayatına çoktan başlamış olmalarına rağmen,
    eski Türk devlet teşkil'tı ile disiplini, onların ruhlarından henüz
    daha silinmemişlerdi. Bu sebeple Oğuz Türklerinin destanlarında,
    Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü motifler görüyoruz.
    İsl'miyetten sonraki Türk destanlarına göre, "Oğuz-Han'ın babası
    Kara-Han" idi. Oğuz Han'ın babasının, "Kara-Han" adını alması da boş
    değildi. Eski Türklerde, "Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden
    ayıran, sembolik renkler" idi. "Ak-Kemik", Kağanlar ile, onların
    oğulları idiler. "Kara-Kemik" ise, halk tabakasından başka bir şey
    değildi. Diğer kitaplarımızda da her zaman söylediğimiz gibi, Türk
    halklarının "ak" ve "kara" şeklinde ayrılmış olmalarına rağmen,
    aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu. Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın
    babasına "Kara-Han" diyorlardı. Çünkü kendisi Müslüman değildi.
    Müslüman olmak isteyen oğlu Oğuz-Han'a da engel olmak istemişti. Tabiî
    olarak bu fikirlerimiz tam ve kesin değildir. Fakat Türk tarihi ve
    an'aneleri hakkındaki bilgilerimiz, bizi bu sonuca doğru
    sürüklemektedirler. Oğuz Han Müslüman Türklere göre, babasından çok,
    an'anesine bağlıdır. Bu sebeple Oğuz destanını anlatmağa başlarlar
    iken, hemen şöyle derler:


    Üç gün üç gece geçti, annesine gelmedi,


    Annenin memesinden, bir damla süt emmedi.



    Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu,



    Sütümü emmedi diye, kalbini dağlıyordu.



    Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe dolanarak,



    Sütümü, az em diye, çocuğa yalvararak!
    2. TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL ÇOCUKLAR



    Oğuz Han diğer Türk destanlarında olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk
    ve erginlik gösteriyordu. Annesi, henüz daha Müslüman olmamıştı.
    Annesine karşı, bu kırgınlığın sebebi de, bundan başka birşey
    olmamalıydı. Nitekim az sonra Oğuz Han annesi ile konuşmağa başlar ve
    ona şöyle der:


    Ey, benim güzel annem, öğüdümü alırsan!


    Yüce Tanrı'ya tapıp, eğer hakkı tanırsan!



    O zaman memen alır, ak sütünü emerim!



    Bana lâyık olursan, adına anne derim!



    Oğuz-Kağan'ın annesi, henüz daha üç günlük beşikte yatan ******nun,
    böyle konuşup söyleşmeye başladığını görünce, ona kalpten bağlanır ve
    Tanrıya inandığını oğluna söyler. Müslüman Türklerin söyledikleri bu
    Tanrı, İsl'miyetin Allah'ından başka birşey değildi. Fakat aynı zamanda
    destanlar, zaman zaman bir "Gök Tanrısı" ndan da söz açıyorlar ve eski
    Türklerin, gerçek inançlarını açığa vurmaktan geri kalmıyorlardı. Eski
    Türklerde de "üç sayısı" ve "üç yaşında" olma önemli idi. Fakat Türk
    mitolojisinin en önemli sayısı "yedi" ile "dokuz" sayılarıdır. Müslüman
    Türklerin Oğuz destanlarında: "Oğuz-Kağan, üç gün içinde
    olgunlaşmıştı". Halbuki eski Altay destanlarında: "Çocuğun olgunlaşması
    için, yedi günün geçmiş olması gerekiyordu". Hatta çok güzel, şöyle bir
    Altay efsanesi de vardır:


    Altay'da olmuş idi, bir çocuk doğmuş idi,


    Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş idi.



    Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp koşmuşlar,



    "Çocuğu ver", demişler, uluyarak coşmuşlar.



    Annesi çok ağlamış, yüreğini dağlamış,



    Çocuk da dile gelmiş, yarasını bağlamış.



    Demiş: "Anne, sızlama! Oyala da, ağlama!



    "Yedi gün mühlet iste, işi bağla sağlama!"



    Yedi gün mühlet dolmuş, annenin benzi solmuş,



    Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit olmuş.



    Bu Altay efsanesi mitolojinin ta kendisidir. Gerçi Oğuz-Kağan destanı
    da, bir mitolojidir. Fakat büyük devletler kurup gelişen Türk
    toplumları, onun içindeki akla uymayan motifleri ayıklamış ve gerçekçi
    bir şekle sokmuşlardı. Oğuz-Kağan destanında, göklerde dolaşıp, ğögün
    çeşitli katlarını zapteme ve türlü ruhlarla çarpışma, kutsal bir
    Hakandı. Fakat O, daha çok, bir insandı. İnsanlık özelliklerini taşımış
    ve insanların yaşadığı yeryüzünü zaptederek, Tanrı adına, idare etmeğe
    memur edilmişti. Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle
    incelenince, daha birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır. Meselâ
    "Yedi kurt"."Büyük ayı burcu" nun, yedi yıldızında başka bir şey
    değildi. Çünkü Türklere göre: "(Büyükayı burcu'nun yedi yıldızı, kalın
    ve demir zincirlerle Kutup yıldızı'na bağlanmış, yedi azgın kurt
    idiler). Bir ara bu kurtlar, ******n atı ile tayını da alıp ***ürmek
    isterler. Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca, akıllı ve kutsal
    buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir.
    (Türklere göre 'Küçükayı burcu', iki at tarafından çekilen, bir arabadan
    başka birşey değildi.) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun
    yedi kurdu, bu iki atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de
    gökyüzünde, durmadan onların etrafında dönerlerdi. (Altay efsanesi
    göre). Küçükayı burcu, ******n dostu ve yakını idi. Boğa burcu da,
    herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka birşey olmamalıydı".



    Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir
    hikâye değildi. Onun kökleri, yüzyıllar önce inanılmış ve söylenmiş,
    Türk efsaneleri ile inançlarına dayanıyordu. Süzüle, süzüle, akla
    mantığa uymayan bölümlerin, gerçeğe uydurulması ile, bütün Türklerin
    malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana gelmişti.


    3. OĞUZ - KAĞAN'IN DOĞUŞU"Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde doğmuştu":


    Az önce, büyük Türk kahramanlarının, genel olarak kutsal bir şekilde
    doğduklarını söylemiştik. Elbette ki Oğuz-Kağan'ın da doğuşu da, kutsal
    ve fevkal'de bir şekilde olmalıydı. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan
    destanı, O'nun doğuşunu şöyle anlatıyordu:


    Gök mavisiydi sanki, benzi bu oğlancığın!


    Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın!



    Al, al idi gözleri, saçları da kapkara,



    Perilerden de güzel, kaşları var ne kara!



    Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi tıpkı gök mavisi gibi idi. Yüz, eski
    Türklere göre, insanın en önemli bir yeri idi. Utanç, kötülük ve hatta
    kutsallık bile, insanın yüzüne akseden özellikleri idiler. Kötü bir
    insanın yüzü, elbette kara idi. İyilerin de yüzleri, aktı. Ama kutsal
    insanların yüz rengi, gök mavisinden başka birşey olamazdı. Çünkü gök,
    Tanrı'nın oturduğu ve hatta bazan, Tanrı'nın kendisinden başka birşey
    değildi. "Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök renkten olması, onun gökten
    geldiğini ve Tanrı'nın rengini taşıdığını gösteren bir belirti idi."
    Biz yanlış olarak Türklerin, "Gök Börü", yani gök kurt dedikleri kutsal
    kurda, bozkurt adını veregelmişiz. Aslında ise gök ile boz arasında
    büyük ayrılıklar vardır. Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök idi.
    Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi.
    Belki de Tanrı'nın ta kendisi idi. Tanrı, kurt şekline girerek
    Türklere görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de, kurdun
    rengi gömgök idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk,
    erginlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir.


    Oğuz-Kağan'ın ağzı ateşe niçin benzetilmişti":


    Bugün Anadolu'da söylenen, "Gözleri Kanlı" deyimi de, bize çok şeyler
    ifade eder. O'nun gözlerinin al oluşu, daha doğrusu kan rengine
    benzemesi, Oğuz-Kağan'ın büyük bahadarlığının, bir özelliğinden başka
    bir şey değildi. Cengiz-Han da doğarken "avucunun içinde bir kan
    pıhtısı" tutuyordu. Bunu gören annesi ile babası şaşırmış ve hemen
    Şamanlara koşmuşlardı. Şamanlar ise, O'nun dünyayı zaptedeceğini ve
    büyük bir bahadır olacağını söylemişlerdi. Fakat Cengiz-Han çağı ile
    ilgili efsaneler, en eski Türk ve Ortaasya özelliklerini
    göstermiyorlardı. Elbetteki onları kökleri de, Türk mitolojisine
    dayanıyordu. Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok yabancı tesirler
    girmişti. Türklerde yeni doğan kahramanlar, avuçlarında bir kan pıhtısı
    tutmazlardı. Çünkü biraz da, eski Hint mitolojisinin motiflerinden
    biri idi. "Türklerin kahramanlarının gözleri, kırmızı ve kızıldır."
    Çinde de, bu vardır. Fakat çin kahramanlarının gözleri yalnız kırmızı
    olmakla kalmazlar, aynı zamandan cam gibi de parlarlardı. Çinliler,
    "Büyük bir Göktürk Kağanı Mohan Kağan'dan söz açarken, onun da yüzünün
    kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi parladığını" söylüyorlardı. Herhalde
    Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip değildi. Fakat 20 sene
    müddetle, bütün Çin'i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir hükümdardı. Eski
    Türkler, kırmızı renk için genel olarak "al" sözünü kullanırlardı.
    Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi bir anlam almıştı. Nitekim
    loğusaları basan ve kötülük yapan, "Albastı" da, yine bu rengi
    taşıyordu. Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere
    korkunç zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, "al-börü" derlerdi. Bu
    allık, kurdun veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha
    çok, onların korkunç zararlar vermesinden ileri geliyordu. Çünkü onlar
    güçlü ve kudretli idiler. Tıpkı yeryüzünü zapteden ve kendi egemenliği
    altında toplayan Oğuz-Kağan gibi.


    "Oğuz-Kağan'ın yüzünün rengi gök mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi".


    Bazıları al sözünü, "ela" şeklinde anlamak istemişlerdi. Fakat tabiî
    olarak, bunun aslı yoktur. Çünkü, "Oğuz-Kağan'ın saçları da kara" idi.
    Sarı değil. Bu sebeple gözlerinin el' olmasına da, hiçbir sebep yoktu.


    4. OĞUZ - KAĞAN'IN ÇOCUKLUĞU"Türk mitolojisinde kahramanlar, 'üç' veya 'yedi' günde konuşurlardı":


    Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken,
    Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik. İsl'miyetin
    tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri
    görüyoruz. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde
    büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün
    sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı". Nitekim Uygurların
    Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:


    Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,


    İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.



    Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,



    Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.



    Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,



    Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.




    Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,



    İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.



    Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,



    Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.



    Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,



    Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.




    "Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi":



    Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini
    pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında
    bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi ic't ettiğini ve
    yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu. Sibirya'nın tundralarında
    yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda
    yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin'lerle Macar'ların
    ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini
    söylerler ve bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya
    Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini,
    onlardan ayırırlardı. Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan
    yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı. Ama, zaman zaman bu eski hatıraları
    yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi.
    Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil
    yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman
    çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin
    sebebi de, bundan ileri geliyordu.


    "Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi":


    Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara
    benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi
    anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor
    değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle
    anlatıyordu:


    Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı,


    Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği.



    Benzer idi omuzu, ala samurunkine,



    Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!



    Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini
    andırıyordu. Ama kurdun bileği başka idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar
    içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı. Bir türlü yorulma
    bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli kurdun pençesi
    korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü
    gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne
    derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi.


    "Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":


    Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı." Altaylarda
    yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere
    rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah
    işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de
    insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden
    kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş
    ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı.
    Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda
    kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler,
    insanoğlunun ruhunu ve ahl'kını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı
    yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve
    şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü". Bu sebeple Oğus destanında,
    bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan,
    bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkal'de bir
    yaratıktı:


    Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi,


    Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi.



    Güder at sürüleri, tutar, atlara biner,



    Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider.



    Geceler günler geçti, nice seneler doldu.



    Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!
    5. OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ



    Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini
    birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı. Altay efsanelerinde bu
    çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı. Adı olmayan bir çocuk,
    henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir gencin ad
    alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan olamazdı.
    Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu ad,
    onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına,
    her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek
    bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber,
    ayrıca bir ad da alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan
    bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır. Meselâ, büyük bir komutan veya
    Kağan'ın, bir gençlik adı vardır. Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu
    komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile
    adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni
    ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve
    olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu
    anlamak, adet' çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek
    bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı
    göstermesi lazımdı. Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan
    dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.


    6. OĞUZ'UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ"Oğuz korkunç bir gergedan öldürerek, erginliğini ispat etmişti":


    Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan, insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı
    öldürür ve milletini, büyük bir bel'dan kurtarır. Eski Türkler,
    karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve hatta onlara
    tapılanırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir
    orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir.
    Nitekim Oğu-Kağan destanında da, Oğuz'un yurdunun yanında büyük bir
    orman ve içinde de bir "gergedan" yaşardı. Destan bu olayı şöyle
    anlatıyordu:


    Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre,


    Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman içre.



    Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi,



    Ne çok av kuşları da, üstünde uçar idi.



    Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan,



    Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan!



    Başardı sürüleri, yer idi hep atları,



    Yokluk verir insana, alırdı hayatları!



    Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna aman!



    Hepimiz biliyoruz ki, Ortaasya'da "gergedan" yoktu. Türklerin gergedan
    görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde değildi. Ama gergedanın, çok
    korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Ortaasya'ya kadar gelmiş ve
    Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın yaşadığı
    bölgeler, Çin'e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın
    esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, "Gergedan, burnunun ucunda
    sivri boynuzu bulunan, bir geyikten başka birşey değildi". Ama
    gergedan, Çin'de büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile
    büyük komutanlar, zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu
    bakımdan onlar gergedanın derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın
    büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı. Gergedan motifi bakımından
    Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi. Fakat gergedanla ilgili
    bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan yolu ile
    gelmişti. Türkler gergedana "kıyant" derlerdi. Bu söz de, Hindistan ile
    Batı Türkistan'da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu
    kadar zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar.
    Destan Oğuz'un yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:


    Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı,


    Avlarım gergedan: diye o yere vardı.
    Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok ile,



    Dedi: "Gergedan artık, kendisini yok bile!



    Ormanda avlanarak bir geyiği avladı,



    Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca bağladı.



    Döndü gitti evine, sabah olmadan önce,



    Tam tan ağarıyordu, geyiğine dönünce,



    Anladı ki gergedan, geyiği çoktan yuttu,



    Geyiğin yerine de, büyük bir ayı tuttu.



    Belinden çıkararak, altın bakma kuşağı,



    Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,



    Tabiî olarak efsaneye göre, gergedan ayıyı da yutmuştu. Çok iyi
    biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır. Halbuki gergedanı
    yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı. Çünkü
    onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi.
    Oğuz'un belindeki kuşağı altındı. "Kuşak, Türkler için çok önemli bir
    hükümdar sembolüdür". Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın
    olması, onun hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi.
    Oğuz-Kağan, daha gençliğinde bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa
    hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki Oğuz-Kağan gergedana büyük bir
    tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti. Fakat gergedan, her
    defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını bilmişti. Bunun
    için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın karşısına
    çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı da,
    şöyle anlatıyordu:


    Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan tan,


    Oğuz baktı ki almış ayısını gergedan.



    Artık bu durum onu, can evinden vurmuştu,



    Ağaca kendi gidip, tam altında durmuştu!



    Gergedan geldiğinde, Oğuz'u görüp durdu,



    Oğuz'un kalkanına, gerilip bir baş vurdu!



    Kargıyla gergedanın, başına vurdu Oğuz!



    Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu Oğuz!



    Keserek kılıcıyla, hemen başını aldı,



    Döndü gitti evine, iline haber saldı!



    "Altay Türk efsanelerindeki kahramanlar da, boynuzlu" canavarlar öldürürlerdi":



    Oğuz-Kağan'ın korkunç bir canavar öldürerek, kendi yurdunu kurtarması,
    Türk mitolojisinin ilk ve son motifi değildir. Bu motif, dışarıdan
    gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler gelişip yayıldıktan
    sonra, "gergedan" gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da duymuşlar ve
    efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu olayın
    kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu.
    Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu
    efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, "boynuzlu"
    idiler. Bu efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda
    verelim:


    Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı işe,


    Demir beşiği kırdı, kendini attı dışa.



    Yedi dağı dolaştı, yedi geyik avladı,



    Boynuzlarını yonttu, birbirine bağladı.



    Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz olmaz idi,



    Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz idi.



    Duydu bir hayvan varmış, çok büyük bir canavar!



    "Bari gideyim", dedi, "Belki derisi uyar!"



    Oğlan göklere gider, devlerle de savaşır,



    Büyük bir dağa çıkar, canavara ulaşır,



    Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa yaslanmıştı,



    Bir dağa da yatmıştı, upuzun uzanmıştı.



    Oğlana bakaraktan, sanki göz kırpıyordu,



    Uzun boynuzlarıyla, gökleri yırtıyordu!...



    Bu Altay efsanesi, tam bir mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı
    ile göklerde uçar ve göğün katlarını gezerek, canavarı aramağa koyulur.
    Oğuz-Kağan destanındaki canavar, Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir
    ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki canavar ise, göklerin
    derinliğindeki, efsanevî dağların ve göllerin içinde yaşar.


    "Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi":


    Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık
    yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han, kendi adını kendi vermiş ve
    bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. Efsaneler, onun ad
    alışını şöyle anlatıyorlardı:


    Büyük toy yapılırdı, eski Türk âdetince,


    Böyle ad seçilirdi, ******n kudretince,



    Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye,



    Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye.



    Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz'dur dedi,



    Beklemedi kimseyi kendi adını verdi,



    Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa kaldılar,



    Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.



    Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi
    adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. Daha
    sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar
    görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin
    yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki
    Oğuz destanının parçaları sayılan "Dede Korkut" hikâyelerinde,
    çocukların adları, genel olarak "Dede Korkut" un kendisi tarafından
    verilirdi. Anadolu Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "Hızır"
    ın ve hatta "Dede Korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.


    7. OĞUZ KAĞAN'IN EVLENMESİ


    Müslüman Türkler Oğuz Kağan'ı, normal bir insan gibi kabul etmişler ve
    onu, öylece evlendirerek, bir yuva kurdurmuşlardı. Halbuki İsl'miyetin
    tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında, durum daha başkadır.
    Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, "Gökten inen göğün kızı ve
    yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş" ve bu
    yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir
    destan değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir
    mitoloji ki, Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve
    dolayısı ile, Cih'n hakimiyeti hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep
    kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan, mitolojik bir Türk hükümdarı idi.
    Yeryüzünü zaptetmiş ve büyük bir devlet kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir
    tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda, bir hikâye çeşnisi de
    vardı. Ama Oğuz destanı, Binbir Gece Masalları gibi, hayal mahsülü ve
    uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin düşünüş,
    inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş
    fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller,
    tarih olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da,
    çocukları ve akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil
    idiler. Oğuz-Kağan'ın gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı
    şöyle anlatıyordu:


    OĞUZ'UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ


    Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken,



    Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten,



    Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan, güneşten.



    Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın,



    Gördü, oturduğunu ortasında bir kızın.



    Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı,



    Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!.



    Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök güle durur!



    Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur!



    Oğuz kızı görünce, gitti aklı beyninden,



    Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden.



    Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!



    Eski Türklere göre, hem gök ve hem de yer, kutsal idiler. İran'da ve
    Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer kötülüğün ve fenalığın bir
    sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan
    ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki Altay
    efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. "Altay dağlarının
    vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet
    kuramamışlardı. Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu
    Türkler arasında, kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı". Çünkü,
    cemiyet içinde söz ve güç sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple
    Şamanların soyları da, eski Türk Kağanları gibi kutsal ve gökten
    geliyorlardı. Bu efsaneye göre: "Şamanların atası olan büyük bir Şaman,
    gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay Şamanları türemişti.
    (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi". Bütün bunlar
    bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve çağa
    göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı. Bundan
    sonra da Oğuz-Kağan, yerin kızı ile evlenir. Destanlar, Oğuz-Han'ın bu
    ikinci hatunu buluşunu da, şöyle anlatırlar:


    OĞUZ'UN, YERİN KIZI İLE EVLENMESİ


    Ava gitmişti birgün, ormanda Oğuz-Kağan:



    Gölün tam ortasında, bir ağaç gördü yalnız,



    Ağacın koğuğunda, oturuyordu bir kız.



    Gözü gökten daha gök, sanki Tanrı kızıydı,



    Irmak dalgası gibi, saçları dalgalıydı.



    Bir inci idi dişi, ağzında hep parlayan,



    Kim olsa şöyle derdi, yeryüzünde yaşayan:



    "Ah! Ah! Biz ölüyoruz! Eyvah, biz ölüyoruz!"



    Der, bağırıp dururdu! Tıpkı tatlı süt gibi, acı kımız olurdu!



    Oğuz kızı görünce, başından aklı gitti,



    Nedense yüreğine, kordan bir ateş girdi.



    Gönülden sevdi kızı, tuttu aldı elinden,



    Kızla gerdeği girdi, aldı dilediğinden.



    "Bir gölün ortasında bulunan adalar", Türk mitolojisinin en önemli
    motiflerinden biridir. Uygurların Türeyiş efsanelerinde ise bu kutsal
    adacık, iki nehrin kavuştuğu bir yerde bulunuyordu. Oğuz-Han
    destanındaki Kıpçak Bey'de, "Göl ortasında bulunan bir adacıkta ağaç
    kovuğunda doğmuştu". Ağaç, köklerini yerden alıyor ve kimbilir yerin ne
    kadar derinliklerine kadar inebiliyordu. Bu sebeple bereketin sembolü
    olan ağaç, yerin soylarını da temsil edeyordu. Destan, "Ğögün kızını
    Kutup yıldızına benzetirken, yerden gelen kızın saçlarını ise, ırmak
    dalgaları gibi" gösteriyordu. Göğün kızı göğe, yerin kızı da yere
    benziyordu.


    "Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ı normal bir insanmış gibi evlendiriyorlardı":


    İslamiyeti kabul etmiş olan Türkler ise, daha başka türlü
    düşünüyorlardı. Onlar Oğuz-Han'ı, normal bir insan olarak kabul
    ediyorlar ve kendi fikrine uygun, bir kız alıyor gibi gösteriyorlardı.
    Oğuz-Han, iki amcasının da kızını almış; fakat onları yola getirip,
    müslüman edememişti. Bunun üzerine, her iki karısının da yüzüne
    bakmamış ve onlara elini bile değdirmemişti. Üçüncü amcasının kızı,
    diğerlerine nazaran daha çirkindi. Fakat küçüklüğünden beri, Oğuz-Han'ı
    bütün kalbi ile seviyordu. Oğuz, en sonunda bu kıza gitmiş, içini açmış
    ve müslüman olduğu takdirde, kendisi ile evleneceğini söylemişti. Bu
    teklifi çoktan beri bekleyen kız, ağlayarak Oğuz'a bakmış ve şöyle
    demişti:


    Ben ne Allah tanırım, ne de Tanrı bilirim!


    Senin sözün buyruktur, hep peşinden gelirim!



    Sen ne dersen o olur, fermanından çıkamam!



    Sen var iken başımda, başkasına bakamam!



    Oğuz bunu duyunca, çok sevinmiş ve artık kaygısı dinmişti. Bunun üzerine kıza, Tanrıya inanmasını söyleyerek, şöyle demişti:



    Ey, sevgili hatunum! Benim ey eşsiz eşim!



    Gönlümde ebediyen, yanacak ey ateşim!



    Tanrının birliğinde, bir defa iman getir,



    Sev onu! Varlığıma, seninle bir can getir.



    Kız Oğuz Han'ın bu sözü üzerine Tanrıya inandığını söyleyerek artık müslüman olmuştu:
    Sözünü kabul ettim, senin yoluna geldim!



    Tanrının birliğiyle, canımı sana verdim!



    Müslüman olan Türklerin, eski Oğuz-Kağanlarından ve onun destanlarından
    vazgeçemeyerek, yeni olarak düzdükleri bu hikâyeler, aslında en eski
    Türk mitolojisinin ana çizgileriyle bir benzerlik göstermiyorlardı.
    Fakat ne yapsınlar ki, onlar da müslüman olmuşlardı ve müslümanlığı,
    yalnızca X. yüzyılda değil; ta Oğuz Han zamanından beri tanıdıklarını
    ve bildiklerini göstermek istiyorlardı. Müslüman tarihçiler,
    Oğuz-Han'ın yaşadığı çağlar hakkında da, bize bazı bilgiler verirler.
    Meselâ Hiveli meşhur Ebul Gazi Bahadır Han'a göre Oğuz-Han,
    zamanımızdan 5000 sene önce yaşamıştı. "En önemli nokta da şu idi ki,
    Ebul Gazi Bahadır Han Oğuz-Han'ı, İran'ın en eski atalarından daha
    önceye koyuyor ve Türkleri, bir millet olarak İran'lılardan daha eski
    tutuyordu. Bu efsaneler Türklerin, İsl'miyeti ve Allah'ı, 5000 sene
    önceleri ve hatta insanlığın ilk yaratılış sıralarında tanıdıklarını,
    söylemek istiyorlardı". Henüz daha müslümanlığın ne demek olduğunu
    bilmeyen Türkler "Allah" sözünden habersiz idi. Eski Türk tarihçilerine
    göre, "Allah" sözünün manasını anlamayan Türkler, Oğuz-Han'ın şiir
    okuduğunu veyahut da şarkı söylediğini zannederlermiş. Bunlar da,
    Müslüman Türkler tarafından, bir Türk olarak uydurulmuş, düzenlenmiş ve
    geniş halk kitleleri arasında yayılmış hikâyelerdi.



    Öyle anlaşılıyor ki Türkler, İslamiyetin öncülüğünü, Araplara ve hatta
    Peygambere bile vermek istemiyorlardı. Bu duruma göre, "Oğuz-Han
    Türklerin ilk ve en eski peygamberleri oluyordu. Gerçi bu da,
    İslamiyetin esaslarına aykırı idi. Fakat Türk kitlelerinin, milliyet ve
    üstünlük hislerini göstermesi bakımından bizler için bir önem
    taşıyordu".



    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:33 am

    OĞUZ - KAĞAN DESTANI DEVAMI

    . YER VE GÖK VARLIKLARININ OĞUZ'UN OĞLU OLMALARI "Gök ve yerin türlü varlıkları, Oğuz-Han'ın oğulları oluyorlardı":

    Oğuz-Han, "gökten bir ateş gibi, ışık halesi içinde inen göğün kızı" ile
    evlendikten sonra, üç oğlu olmuştu. Bu oğullarının adları, "Gün-Han",
    "Ay-Han" ve "Yıldız-Han" koyması, bize çok şey ifade eder. Zaten göğün
    belli başlı varlıkları, güneş, ay ile yıldızlar idiler. Ağaç koğuğunda
    bulduğu yerin kızından da, yine üç oğlu oluyordu. Bunların adını da
    "Gök-Han", "Dağ-Han" ve "Deniz-Han" koyuyordu. Burada Türk mitolojisi
    ile Türk düşünce düzeninin, çok önemli bir meselesi ile karşılaşıyoruz.
    Yerin kızından doğan çocuklardan birinin adı "Gök-Han" idi. Ayrıca
    "Gök-Han" yerin kızının çocuklarının, en büyüğü idi. Yerin kızından,
    "Gök-Han" ın doğmuş olması, ilk bakışta bizi şaşırtıyordu. Halbuki bu
    kitapta sık sık söylediğimiz gibi gök kubbesi, aslında Türklerce, maddî
    bir varlık gibi düşünülüyordu. Türkler gök kubbesini uzaydan ayrı
    düşünüyorlardı. Asıl gök, güneş ve ay ile yıldızların dolaştıkları, uzay
    idi. Eski Göktürk kitabelerinde de söylendiği gibi: Tanrı, gök ile
    yeri yarattıktan sonra, ikisi arasında da, insanoğlunu yaratmıştı. Yer
    ile göğü yaratan Tanrı, gök kubbesinin üstünde ve sonsuz feza içinde
    bulunuyordu. Eski Türkler göğe, "Tengri" derlerdi. "Tengri", hem "gök"
    ve hem de "Yüce-Tanrı" anlamına geliyordu. Ama onlar, gök kubbesini
    anlatmak isterlerken, "Kök Tengri" derler ve böylece, gök kubbesini,
    esas büyük Tanrıdan ayırırlardı. Bu çok eski Türk düşüncesinin
    izlerini, Oğuz destanında da, bulmamız bizi sevindirmektedir. "Çünkü,
    Türk düşünce düzeni, yüzyıllar boyunca değişmemiş ve ana çizgileriyle
    üç kıt'a üzerinde yaşamıştı".

    Burada önümüze çok önemli bir mesele de çıkmaktadır: bazılarına göre,
    "Gün-Han", güneşin hanı; "AY-Han" ise, ayın hanı şeklinde
    açıklanmıştır. Onlara göre Türkler, güneşte de bir dünyanın olduğunu
    düşünmüş olmalı idiler. Oğuz-Han, en büyük oğlunu da güneşe bir Han
    olarak tayin etmiş olmalıydı. Bu düşünce tarzı, oldukça sakat ve
    yanlıştır. "Oğuz-Han'ın oğulları güneşin, ayın ve yıldızların hanları
    değil; bilâkis güneş, ay ve yıldızların ta kendileri idiler. Gerçi
    Oğuz-Han, yine insanoğlu sayılan Türk milletinin, bir atası idi. Fakat
    Oğuz destanında Oğuz-Han, yalnızca Türk milletini temsil etmiyor; aynı
    zamanda göğün ve yerin bütün varlıklarını da, kendi adı ve soyları
    altında topluyordu. Görülüyor ki, bir efsane gibi ve Türk milletinin
    türeyişi şeklinde karşımıza çıkan Oğuz-Kağan destanı, bütün kainatın
    kendileri idiler. Gerçi Oğuz-Han, yine insanoğlu sayılan Türk
    milletinin, bir atası idi. Fakat Oğuz destanında Oğuz-Han, yalnızca
    Türk milletini temsil etmiyor; aynı zamanda göğün ve yerin bütün
    varlıklarını da, kendi adı ve soyları altında topluyordu. Görülüyor ki,
    bir efsane gibi ve Türk milletinin türeyişi şeklinde karşımıza çıkan
    Oğuz-Kağan destanı, bütün kainatın oluş ve türeyiş mitolojisi halinde
    görünüyordu. İşte Oğuz-Han destanının, bizce en önemli olan özelliği bu
    idi. Sonradan bu altı oğullar dörder oğul daha türeyerek, 24 Oğuz
    boylarını meydana getireceklerdi".

    9. OĞUZ DESTANINDA "AİLE DÜZENİ""Oğuz efsanesinde görülen aile düzeni, daha çok 'Baba ailesi' ile ilgili idi":

    Şimdiye kadar sosyologlar aileleri, başlıca iki bölüm içinde
    incelemişlerdir. İlkel kavimlerde daha çok "Ana ailesi" görülüyordu.
    Fakat cemiyet ilerledikçe ve içtimaî seviye yükseldikçe "Baba ailesi"
    ne doğru bir gidiş vardı. Daha doğrusu Ana ailesi geriliği, Baba ailesi
    ise, bir toplumun olgunluğunu gösteriyordu. Bazı Moğol efsanelerinde,
    ana ailesinin izlerini görmüyor değiliz. Meselâ Cengiz-Han'ın atası
    kocasız bir kadın idi. Gökten inen sarı bir köpek şeklindeki hayvandan
    hamile kalmış ve Moğol ulusunu meydana getirmişti. Türklerde ve Türk
    mitolojisinde, böyle bir "Ana-Ata" ya rastlamıyoruz. Türk mitolojisinin
    bütün ataları, - hatta istisnasız olarak - hep erkek ve büyük bahadır
    idiler. Burada da, Oğuz-Han'ın çocuklarının hepsi, erkek olarak
    doğmuşlar ve Türk milletine birer baba olarak meydana getirmişlerdi.
    Şunu da söylemekte fayda vardır: Eski Roma'da "Baba ailesi", kayıtsız
    ve şartsız olarak, babanın hakimiyeti altında idi. Baba oğlunu
    satabilir ve öldürebilirdi. Ama Türklerde, böyle bir baba ailesi
    görmüyoruz. Oğuz-Han babasını bile, müslüman olmadı diye öldürmüş ve ona
    karşı gelebilmişti.

    10. OĞUZ'UN TOPLUM DÜZENİ "ZAMAN BİRİMLERİNE" GÖRE"Oğuz-Han'ın oğulları ile boylarının sayıları birer takvim rakamları idiler":

    Oğuz destanı, eski Türk düşünce ve toplumunun, mantık üzerine kurulmuş
    düzenlerini göstermesi bakımından, büyük bir öneme sahiptir. Eski
    Türkler, İranlılar veya Hintliler gibi, hesapsız ve düzensiz
    düşünmüyorlardı. "Türk düşüncesinin her yönü, matematik bir mantık
    üzerine kurulmuş ve bu, topluma da sıkı bir disiplin ile
    benimsetilmişti". Oğuz Han'ın altı oğlu vardı. Göğün kızından doğan
    çocuklar Boz-Ok bölümünü; yerin kızından doğanlar da, Üç-Ok bölümlerini
    meydana getiriyorlardı. Bu yolla altı çocuk, ikiye bölünmüş ve üçlü
    bir düzen meydana getirilmişti. Yani 12 saatin, 12 ayın ve hatta 12
    burcun yarısı olan çocuklar, yine bölümlere ayrılıyorlar ve takvim
    biriminin bir çeyreğini meydana getiriyorlardı. Bütün rakamlar 12 ile
    24 sayılarını bölen, birimler idiler. Aslında eski Türklerde çoğu zaman
    bir sene 12 ay değil; 24 ay idi. Bu da ayın, onbeş günlük devrelerine
    göre hesaplanıyordu. Nitekim Oğuz Han'ın da 24 torunu vardı. Eski Çin
    takviminde üç, altı, on iki ve yirmi dört rakamları yalnız bir zaman
    birimi olarak değil; aynı zamanda kutsal sayılar olarak da, büyük bir
    öneme sahip idiler. Eski Çin'de, "zaman ve mekan birimleri", birbirine
    uyduruluyor ve zamanla mek'n arasında, bir birlik meydana
    getiriliyordu. 12 ay ve 24 saat, Çin imparatorluğu içinde de, 12 eyalet
    ile 24 vilayetin meydana gelmesini gerektiriyordu. Bunları söylemekle
    Türkler, Oğuz Kağan destanını, Çin düşüncesine göre düzenlemişlerdir,
    demek istemiyoruz. Türklerin de kendilerine göre bir takvimi vardı;
    Çinlilerin de. Aslında Türk takvimi, zaman zaman Çin'e tesir etmiş ve
    Çin kültüründe de büyük bir önem kazanmıştı. Fakat mitoloji
    tetkiklerinde, başlıca problemlerin daha iyi anlaşılabilmesi için,
    mukayeseli araştırmalar yapmak ve örnekler vermek, çok faydalıdır.

    "Oğuz Han destanındaki 'takvim rakamları', Türk devlet teşkilatı ile ordu düzeninde de görülüyordu":

    Oğuz destanı, yüzyıllar ve hatta binyıllar boyunca, Türk halkları
    tarafından söylenmiş ve anlatılmış, uydurma bir masal değildi: "Onu
    meydana getiren düşünce düzeni, yalnızca Türklerin gönüllerinde ve
    kalplerinde yaşamamış; aynı zamanda, topluma düzen ve disiplin veren
    bir ilham kaynağı halinde devam etmişti". Meselâ Büyük Hun imparatoru
    Mete'nin ordusu, 24 tümenden meydana geliyordu. Bu 24 tümen, 6 köşeye
    bağlı idi. Tıpkı Oğuz Han'ın 6 oğlu gibi. Bu 6 köşe de, ikiye
    ayrılıyorlardı. "Sağ" ve "Sol" adlar ile, imparatorluğun "Doğu" ile
    "Batı" yönlerini, aralarında bölmüş bulunuyorlardı. Atilla'nın
    Macaristanda büyük bir imparatorluk kurması, düzenli ve disiplinli
    orduları ile dehşet vermesi, Avrupalıların toplum düzenlerinde de, yeni
    yeni değişiklikler meydana getirmişti. Birçok Cermenler, Atilla'nın
    emrinde çalışmışlar ve Atilla Hunlarından, pek çok şey öğrenmişlerdi.
    Atilla, M.S. 450 de ölüp gitmişti. Fakat O'nun adı, Cermen ve
    İskandinav efsanelerinden, yüzyıllar boyunca silinmemişti. Hep,
    Atilla'nın harplerinden ve ordu düzeninden, bahsedilir olmuştu. Bu zaman
    kadar "yüzlük", "binlik" ve "Onbinlik", ordu birimlerini bilmeyen
    Cermen'ler, Atilla'nın ölümünden sonra, yalnız kendi ordularını değil;
    köy ve şehirlerini bile, bu prensiplere göre düzenlediler. Atilla'nın
    ordularından bahseden İskandinav efsaneleri, O'nun 24 tümeninden ve 6
    ordusundan söz açıyorlardı. Tıpkı Oğuz Han'ın 6 oğlu ve 24 torunu gibi,
    bütün bunlar bize gösteriyor ki, "Oğuz Kağan destanı zihinlerde ve
    hayallerde yaratılmış bir hikâye değil; Türk toplumunu anlatan ve
    yansıtan bilgiler idiler".

    11. TÜRK DEVLETİ DÜNYA DEVLETİ İDİ"Eski Türkler yeryüzünü bir Türk devleti, Oğuz Kağanı da bütün insanlığın bir hükümdarı olarak düşünüyorlardı":

    Oğuz Han, 6 oğlunu toplamış ve onlara, birçok öğütler vermişti. Bundan
    sonra beyleri ile, milletini de biraraya getirerek, büyük şölenler ile
    ziyaretler verdiğini de görüyoruz. Eski Türk Kağanları, savaşlardan
    önce ve sonra bütün milleti toplar ve onlara, büyük ziyaretler
    verirlerdi. Bu toplantılar aynı zamanda, birer "kurultay" ve "danışma"
    toplantıları idiler. Uygurların Oğuz destanına göre, Oğuz-Han konuşmağa
    başlamış ve kendi devletini tarif etmişti. O'na göre:

    "Yukarıda gök, kendi devletinin bir çadırı gibi idi. Güneş de Oğuz-Kağan
    devletinin bir bayrağı olacaktı". Zaten eski Göktürk yazıtları da öyle
    diyorlardı: "Yukarıdaki mavi gök, aşağıdaki yağız yer yaratıldığında
    ikisi arasında da insanoğlu yaratılmış insanoğlunun üzerine de,
    atalarımız Bumın-Kağan ile İstemi-Kağan, Han olarak oturmuşlar".
    Göktürk devletini kuran Bumın ve İstemi-Kağan, yalnızca Türk milletinin
    değil; gök ile yer arasında yaşayan, bütün insanlığın hükümdarları
    idiler. Onlar, bu tahta Tanrı tarafından oturtulmuş ve bütün yeryüzünü
    idare etme yarlığı da, yine Tanrı tarafından onlara verilmişti. Bu
    fikir, Türklerin yalnızca devlet idare etme düşüncelerinde değil; Türk
    dininin çok eski prensipleri içinde de bulunuyordu. Büyük Hun Devleti
    ile, daha sonraki Türk devletlerinde, bu düşüncenin türlü ve sayısız
    örneklerini bulabiliyoruz.

    "Oğuz-Kağan'ın akınları, sonraki Türkler tarafından, kendi bilgilerine göre, ilave edilmiş bölümlerdi":

    Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz konular, Oğuz-Kağan destanının esasını
    meydana getiren bölümlerdi. Artık bundan sonra, Oğuz Han'ın
    akınlarından söz açılır ve nereleri zaptettiği, geniş olarak
    anlatılmağa çalışılır. Uygurlar, Oğuz-Kağan'a, kendi bildikleri
    memleketleri akınlar yaptırırlar ve oraları aldırırlardı. Uygurlar,
    İran ve Hindistan bölgelerini çok iyi tanımıyorlardı. Güney Rusya
    Türkleri hakkında da pek fazla bilgileri yoktu. Cengiz-Han imparatorluğu
    kurulunca, âdeta bütün imparatorluk içinde, Oğuz-Kağan destanını
    yazmak ve söylemek bir moda haline gelmişti. Bu sebeple, çok daha geniş
    ve büyük Oğuz-Kağan destanlarının yazılmaya başlandıklarını görüyoruz.
    Cengiz-Han İmparatorluğu, Anadolu dahil, Macaristan ovalarından
    Japonya'ya ve daha güneyde de, Endenozya'ya kadar uzanıyordu. Bu
    sebeple, aynı çağda yaşayan Türkler ve İranlı yazarlar, bu bölgeler
    hakkında, gayet geniş bilgilere sahip idiler. Bu çağda Oğuz-Han, artık
    Cengiz-Han'ın yerine konmuştu. Cengiz-Han nerelere gidip, zaptetmiş
    ise, Oğuz-Han'a da, O'nun gibi akınlar yaptırılmıştı. Cengiz-Han
    gençliğinde akıllı bir eşkiyadan başka bir kimse değildi. Yol kesmek,
    haraç almak ve para toplamak, O'nun en ileri gelen özelliklerinden biri
    idi. Bu sebeple geniş bölgeler elde edip, büyük bir devlet kurduktan
    sonra, gençliğindeki haraç sistemini, yeni imparatorluğuna da uygulamış
    ve buna göre, bir idare düzeni meydana getirmişti. Cengiz-Han
    herşeyden önce, bir memleketin vergilerinin toplanmasına önem verir ve
    memurlarını, bu amaca uygun olarak tayin ederdi. Cengiz-Han çağındaki
    Oğuz-Kağan destanlarında artık Oğuz Kağan değişmişti. Zaptettiği
    yerlere vergi memurları gönderiyor ve alınan vergileri de, tıpkı
    Cengiz-Han gibi, gözden geçiriyordu. Aslında ise, eski Türk
    devletlerinin teşkilatı ile, Cengiz-Han'ın kurduğu bu yeni düzen
    arasında, büyük ayrılıklar vardı. Hiç şüphe yok ki, eski Türk Kağanları
    da, zaptettikleri yeni memleketlerden gelecek vergilere, büyük önem
    veriyorlardı. Fakat devletin idaresinde, hakim olan tek ve en önemli
    prensip, vergi toplamak değildi. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı
    daha çok eski Türk devlet teşkilatını andıran bir şekilde konuşuyor ve
    eski Türk kağanlarının, gerçek düşüncelerini yansıtıyordu.

    12. OĞUZ KAĞAN DESTANININ EN ESKİ BÖLÜMLERİ"Arabanın icadı":

    Göktürklerin türeyişleri ile ilgili efsanelerde, ateş gibi insanlığa
    faydalı olan şeyleri icad eden atalardan, söz açılıyor ve bunlara büyük
    bir önem veriliyordu. Zaten ateş, tuz, araba v.s. gibi, insanlığın
    gelişmesine yardım etmiş unsurlarla aletlerin icadları, bütün dünya
    mitolojilerinde, en eski ve öz kalıntılar olarak kabul edilmişlerdir.
    Türklerin Kanglı boyu, tarih boyunca büyük bir şöhret yapmış ve Türk
    kavimleri arasında, önemli bir yer tutmuştu. İlk bakışta Kanglı sözü,
    bir nevi bizim kağnı, yani "kağnı arabası" deyimini andırıyordu. Bütün
    mitolojilerde olduğu gibi, Türk Mitolojisinde de, sözlerin dış
    görünüşlerine göre, bazı benzeştirmeler yapılmıştır. Bu sebeple Oğuz
    Kağan destanında, kağnı arabasının icadından söz açılırken, Kanglı boyu
    ile bir ilgi kurulmuştu. Uygur Türkçesi ile yazılan Oğuz destanında,
    Kağnı'nın icad edilişi, şöyle anlatılıyordu:

    Çürced Kağan'ı aldı, halkıyla ulusunu,

    Yoketmek için geldi, Oğuz-Han ulusunu.

    Başgeldi Oğuz-Kağan, basdı Çürced Hanı'nı,

    Ok ile kılıç ile, döktü düşman kanını.

    Oğuz öldürdü onu, kesti hemen başını,

    Böldü ganimetleri, t'bi kıldı halkını.

    Oğuz'un askerleri, beyleri bütün halkı,

    Düşmanda ne bulursa, toplayıp hep tüm aldı.

    Atlar ile öküzler, katırlar az gelmişti.

    Yığılmış yükler ise, ta dağları geçmişti.

    Oğuz'un bir eri vardı, akıllı tecrübeli,

    Barmaklığı-Çosun-Billig, yatkındı işe eli.

    Bir kağnı arabası, yapıp koydu içine,

    Oğuz'un bu ustası, devam etti işine.

    Kağnıyı çekmek için, canlı öne koşuldu,

    Cansız alıntılar da, üzerine konuldu.

    Oğuz'un beyleriyle, halkı şaştılar buna,

    Onlar da kağnı yaptı, özenmişlerdi ona.

    Kağnılar yürür iken, derlerdi: "Kanğa! Kanğa!"

    Bunun için de dendi, artık bu halka "Kanğa".

    Oğuz bunu görünce, güldü kahkaha ile,

    Dedi: "- Cansızı çeksin, canlılar Kanğa ile!"

    "Adınız Kanğaluğ olsun, belğeniz de araba!"

    Bıraktı onları da, gitti başka tarafa.

    Oğuz-Kağan, Mançurya Bölgesindeki kavimlere akın yaptığında, çok mal
    elde etmiş; fakat bunları, atlarla taşıyamamıştı. Bunun üzerine,
    Oğuz-Kağan'ın akıllı beylerinden birisi, bir araba yaparak, malların
    hepsini arabalara doldurmuş ve Oğuz-Kağan'ın yurduna kadar taşımıştı.
    Oğuz-Kağan, böyle yeni bir ic'dı görünce, çok sevinmiş ve bu beyinin
    soyundan gelen boylara da "Kangalı" yani "Kağnılı" adını vermişti.
    Tabiî olarak bu, nihayet bir efsane ile sözlerin benzeştirilmesinden
    başka bir şey değildi. Türkler çok eski çağlarda, tekerlek ile arabayı
    ic'd ederek kullanmışlardı. Çok eski çağlarda herhalde, "Kanglı" kavim
    adı da vardı. Fakat kendileri, henüz daha ortada yok idiler. Çünkü Türk
    boyları, zaman zaman çoğaldıkça bölünüyorlar ve eski adlar alarak,
    yeniden ortaya çıkıyorlardı. M.S.V. yüzyılda, Ortaasya tarihinde önemli
    bir rol oynayan bazı Türk kavimlerine Çinliler, "Yüksek arabalı
    kavimler" adını veriyorlardı. Çinlilerin bunlara, Yüksek arabalı"
    demelerinin sebebi, herhalde onların arabalarının yüksek, yani
    tekerleklerinin büyük olmasından ileri geliyordu. Çin tarihleri,
    kendilerine benzeyen kavimlerden ve eşyalardan söz açmazlardı. Öyle
    anlaşılıyor ki, Türklerin bu arabaları, Çin'de kullanılan arabalara
    nazaran, çok daha büyük ve yüksek idiler. "Büyük tekerlekli arabalar
    birçok bakımlardan faydalı ve elverişli idiler". Çamurlu bölgelerde ve
    engebeli arazilerde, büyük tekerlekli arabaları kullanmak, daha kolay
    oluyordu. Eski Türkler çadırlarını yalnızca yere kurmaz, aynı zamanda
    arabalar üzerine de oturturlardı. Bu arabalar, akınlarda da orduların
    peşinden ayrılmazlardı. Oğuz-Kağan destanında da görüldüğü gibi, harbe
    giden Türk ordularının arkasından, aileleri taşıyan arabalar ve
    kervanlar da yürürlerdi. Oğuz-Kağan destanına göre böyle ordu
    düzenleri, yalnızca çok eski çağlarda görülüyordu. Bununla beraber, daha
    sonraki çağlarda, meselâ Göktürk ve hatta Cengiz-Han akınlarında bile
    hatunlar, Hakanlar ile beylerin arkalarından gelirlerdi.

    "Türkler ilk geminin yapılışı":

    Oğuz-Han'ın bir beyi, İtil, yani Volga nehrini geçerken kendisine bir
    kayık yapmıştı. Bu kayık veya gemi sayesinde, Oğuz-Han'ın orduları
    nehrin karşı kıyısına geçerek, düşmanı mağlûp etmişlerdi. Kayığı ic'd
    etme motifi de, her halde Türk mitolojisinin, en eski kalınıtılarından
    biri olsa gerektir. Eski Türkler, denizci bir millet değillerdi.
    Bununla beraber kendi ülkelerinde de, birçok geniş nehirler ile göller
    bulunuyordu. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz Kağan destanı, Türklerin
    gemi veya salı ic'd etmelerini şöyle anlatıyordu:

    İdil adlı bu ırmak, çok çok büyük bir suydu,

    Oğuz baktı bir suya, bir de beylere sordu: "-

    Bu İdil sularını, nasıl geçeceğiz, biz?"

    Orduda bir bey vardı, Oğuz Han'a çöktü diz.

    Uluğ-Ordu-Beğ derler, çok akıllı bir erdi,

    Bu yönde Oğuz Han'a yerince akıl verdi.

    Baktı ki yerde bu beğ, çok ağaç var çok da dal,

    Kesti biçti dalları, kendine yaptı bir Sal.

    Ağaç sala yatarak, geçti İdil nehrini,

    Çok sevindi Oğuz-Han, buyurdu şu emrini:

    "- Kalıver sen burada, halkına oluver bey!

    "Ben dedim öyle olsun, densin sana Kıpçak-Beğ!"


    Tabiî olarak diğer Oğuz destanlarında, Kıpçak-Beğ'in doğuşu ve bey oluşu daha başka türlü anlatılmaktadır.

    "Dünyamıza soğuk rüzgârlar gönderen 'Buz-Dağı' motifi, Oğuz destanında da görülüyordu":

    Karluk Türklerinin meydana gelişleri ile ilgili bölüm de, bazı önemli
    meselelerle karşılaşıyoruz. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanında,
    Karluk Türklerinin ortaya çıkışları şöyle anlatılıyordu:

    Oğuz-Kağan baktı ki, erkek kurt önler gider,

    Ordunun öncüleri, Gökkurt'u gözler gider,

    Görünce Oğuz bunu, ne çok sevinmiş idi,

    Alaca aygırını, çabucak binmiş idi.

    Apalaca aygırı, Oğuz severdi özden,

    Ama at dağa kaçtı, kaybolup gitti gözden,

    Bu dağ buzlarla kaplı, çok büyük bir dağ idi,

    Soğuğun şiddetinden, başı da ap ağ idi.

    Çok cesur çok alp bir bey, ordu içinde vardı,

    Ne Tanrı ne Şeytandan, korku içinde vardı.

    Ne yorgunluk ne soğuk, erişmez idi ona,

    Bu bey dağlara girdi, dokuz gün erdi sona.

    Aygırı yakaladı, memnun etti Oğuz'u,

    Atamadı üstünden, dağlardaki soğuğu.

    Olmuştu kardan adam, kar ile sarılmıştı,

    Oğuz onu görünce, gülerek katılmıştı.

    Dedi: "Baş ol beylere, artık sende burda kal!

    "Sana Karluk diyeyim, ölümsüz adını al!

    Çok mücevher, çok altın, hediye etti ona,

    Bir bey yaptı Karluk'u, devam etti yoluna.


    Eski Türk Kağanlarının atları, büyük bir önem taşırlardı. Türk
    tarihinde, 60 veya 100 kilometre koşan, Mete'nin atı gibi efsanelemiş
    birçok atlara da rastlıyoruz. Elbette ki Oğuz-Kağan, kaçak atını orada
    bırakıp gidemezdi. Ama, o nasıl bir attı ki, buzlarla örtülü büyük bir
    dağ içine kaçmış ve peşindekileri de günlerce uğraştırmıştı. Onu
    yakalayıp getiren insanlar bile, baştan aşağıya kadar kardan bir adama
    dönmüşlerdi. Oğuz-Kağan destanlarında bu dağa, "Muz-Tak", yani
    "Buz-Dağı" adı veriliyordu. Atı dağda bulup getiren bey de, kardan bir
    adam şekline girdiği için, Oğuz Kağan tarafından "Karluk yani Karlık"
    adı ile adlandırılmıştı. Sonraki güçlü ve şöhretli Karluk kabileleri,
    bu adamın soyundan geleceklerdi. Eski Altay efsanelerine bir göz
    attığımız zaman da, böyle Buz dağlarını Türk Mitolojisi içinde
    görebiliyoruz. Altay Türklerine göre, Kuzeyden esen soğuk ve buzlu
    rüzgârlarının geldikleri bir dağ vardı. Altay Türkleri, soğuk kuzey
    rüzgârlarının, "Muz-Tak"adlı buzlarla kaplı bir "Buz-Dağı" ndan
    geldiğine inanıyorlardı. Bu Buz Dağı dünyanın kuzeyini baştan başa
    kaplamıştı. Buz dağının üzerinde de, yine "Buz" adı ile adlandırılan,
    büyük devler yaşıyorlardı. İlk bakışta, Altay efsanelerindeki Buz Dağı
    motifleri, Himalaya dağları ile kar adamları efsaneleri hatırlatır gibi
    idiler. Ama Türk Mitolojisindeki Buz Dağları herhalde yerli olarak,
    Türklerin zihinlerinden doğmuş ve nihayet insan düşüncesinin, bir
    gereği gibi oluşmuş ve gelişmiş olmalıydılar. Bunları söylemekle,
    Oğuz-Kağan destanındaki, "Buz-Dağ" ın Altay efsanelerindeki Buz-Dağı
    ile aynı olduğunu ifade etmek istemiyoruz. Gerçi daha sonraki "Boz-Ok"
    Oğuzlarının yurtlarında da, "Buz-Dağ" adını taşıyan bazı dağlar vardı.
    Ama mitoloji incelemeleri yapan bir kimsenin, diğer efsaneleri de
    gözönünde tutarak, karşılaştırmalar yapması, zorunlu görünmelidir. Eski
    Oğuz yurdunda da Buz-Dağları olabilirdi. Fakat bu dağlar, ne de olsa
    insanların zihinlerinde, efsaneleşmiş ve gerçek mahiyetlerini
    kaybetmişlerdi.

    13. OĞUZ DESTANINDA "KÖPEK BAŞLI" İNSANLAR

    Oğuz Kağan destanlarının önemli bir bölümü de, "Köpek başlı insanlar"ın
    ülkelerine yapılan akınlardı. Türkler bu kavimlere, "İt-Barak" adı
    veriyorlardı. "İt" sözü, eski Türklerde de, köpek anlamına geliyordu.
    "Barak da, bir nevi köpekdi". Bazılarına göre, "Siyah ve tüylü bir
    köpek cinsi" idi. Fakat bu köpek de, herhalde başlangıçlarda, efsanevi
    bir köpek olmalı idi. Oğuz Kağan destanlarına göre, "İt Barak'ların
    memleketi, kuzey-batıya doğru uzanan, karanlık ülkeleri içindeydi.
    Oğuz-Han, 'İt-Barak' lara karşı bir akın yapmış; fakat mağlûp olarak,
    dağlar arasındaki bir nehrin ortasında bulunan, küçük bir adacığa
    sığınmak zorunda kalmıştı. Bu adacıkta, savaşta ölen askerlerinden
    birinin karısı da, bir çocuk doğurmak zorunda kalmıştı. Fakat buraya
    sığınan Oğuz Han'ın, ne bir çadırı ve ne de bir evi vardı. Kadın, ağaç
    koğuğuna girmiş ve orada ******nu doğurmak zorunda kalmıştı.
    Oğuz-Kağan, kadının esenlikle doğum yapmasına sevinmiş ve çocuğa da,
    Kıpçak adını vermişti". Eski Türk efsanelerine göre "Kıpçak" sözü,
    "ağaç koğuğu" anlamına geliyordu. Bildiğimiz üzere "Kıpçak" lar, Altay
    dağlarının batısından, ta Güney Rusya içlerine kadar uzanan, büyük Türk
    kitleleri idiler. Herhalde Kıpçak sözü de, çok eski çağlardan beri
    meydana gelmiş, bir kavim adı olmalıydı. Fakat Türk destanlarını
    yazanlar, Kıpçak'la "ağaç koğuğu" arasında bir benzerlik bulmuşlar ve
    bu yolla, Kıpçak Türklerinin türeyişlerini anlatmak istemişlerdi. Az
    önce de söylediğimiz gibi, "Oğuz-Kağan, ikinci karısını bir göl
    ortasında bulunan küçük bir adacıktaki ağaç koğuğunda bulmuştu".
    Uygurların türeyiş efsanesinde de, "Eski Uygur ataları, iki nehir
    ortasında bulunan bir odacıktaki, kayın ağacından" doğmuşlardı. Bu
    örneklerden de kolayca anlaşılıyor ki, bir tarih olayı gibi gösterilen
    bu akınlarda, Türk mitolojisinin çok eski ve müşterek motifleri, sık
    sık görülebiliyorlardı:

    Türkler "Barak" derlerdi, Kara tüylü köpeğe,

    Böyle ad verirlerdi, büyük soylu köpeğe.

    ,Aslında efsaneler, bir köpek anarlardı.

    Onu da köpeklerin, atası sayarlardı.

    Bu köpek soylu idi, çok büyük boylu idi,

    Av çoban köpekleri, hep onun oğlu idi.

    Kuzey-batı Asya'da güya "İt-Barak" vardı,

    Türklerse İç Asya'da, onlara uzaklardı.

    Başları köpek imiş, vücutları insanmış,

    Renkleriyse karaymış, sanki Kara Şeytanmış.

    Kadınları güzelmiş, Türklerden kaçmaz imiş,

    İl'ç sürünürlermiş, ok mızrak batmaz imiş.

    Destanda denilmiş ki, Oğuz-Han yenilmişti,

    Bir adaya sığınıp toplanıp derilmişti.

    On yedi sene sonra, Oğuz onları yendi.

    Kadınlar yardım etti, orada savaş dindi.

    Oğuz bu bölgeleri, "Kıpçak-Beğ" e il verdi,

    Bunun için Türkler de, oraya "Kıpçak" derdi.


    Gerçi, bu efsane idi. Fakat içinde tarih olayları da yatmaktaydı. Öyle
    anlaşılıyor ki, bu bölgedeki güzel kadınları Türkler almışlar ve
    onlardan da, yeni bir nesil meydana getirmişlerdi. Belik Kıpçağın
    annesi de, güzel bir İt-Barak kadınından başka bir kimse değildi.
    Sonradan Kıpçak, Oğuz-Kağan tarafından bu bölgelere tayin edilmiş ve
    kuzey ülkeleri, hep onun soyları tarafında idare edilmişti. "Kıpçak'lar
    da türkçe konuşuyorlar ve Türk kültürüne sahip idiler". Fakat Oğuz
    destanı, Kıpçağı Oğuz-Han'ın soyundan değil, nihayet askerlerinden
    birisinin neslinden getiriyordu. Kıpçak kuzeylere gitmiş, orada soyları
    türemiş ve yerlilerle karışarak, yeni akraba. Bir Türk kavmi meydana
    getirmişti.

    "Köpekbaşlı insanlara Avrupa ve Hint mitoloilerinde de rastlanıyordu".
    Eski Yunan mitolojisinde de, köpek başlı insanlarla ilgili, birçok
    efsanelere rastlıyoruz. Daha sonraki Avrupa mitoloji de, köpek başlı
    insanlara, zaman zaman yer vermişti. Avrupalılar, bu köpek başlı kavme,
    "Borus" adını veriyor ve onların, bugünkü Finlandiya ile Rusya'nın
    kuzey kısımlarında yaşadıklarını söylüyorlardı. Oğuz-Kağan destanındaki
    "İt-Barak" lar da aşağı yukarı, aynı bölgelerde idiler. Bu bakımdan,
    Avrupa ve Yunan Mitolojisi ile Türk Mitolojisi arasında, bir benzerlik
    ve bir bağ meydana gelmektedir. Köpek başlı insanlar motifi, herhalde
    Türkler arasına, dışarıdan gelmiş bir efsane olmalı idi. Fakat Türkler,
    köpeğe önem vermezlerdi. Köpek, Türklere göre, aşağı bir hayvandı,
    bunun için de Türk Mitolojisi, köpek başlı insanları daima küçük
    görmüştü. Köpek başlı insanlarla ilgili efsaneleri, Hindistan'da ve
    güney bölgelerinde de görüyoruz. Hint Mitolojisi zaman zaman, köpeğe
    daha fazla önem vermişti. Bu sebeple Hindistan'daki köpek başlı
    insanlar, aşağı bir sınıfı değil; soylu Hintlileri temsil ediyorlardı.
    Motifin, eski Yunan'da ve Avrupa'da görülmüş olmasına rağmen, Türklerde
    de bunların benzer şekillerini görmüyor değiliz. Meselâ Doğu Göktürk
    devletinin önemli bir bölümünü meydana getiren. Tarduş Türklerinin
    ataları da, "Başı kurt ve vücudu insan olan" bir kimse idi. " Köpek
    başlı insanlara, Çin efsanelerinde de büyük bir yer verilmişti. Çin'in
    kuzeyinde ve Mançurya'da oturan bazı kavimler Çinlilere göre köpek
    başlı idiler. Bu efsaneler Çin'de, çok daha eski çağlarda başlamıştı.
    Hatta diyebiliriz ki, Çin'in köpek bağlı efsaneleri, Yunanistan'daki
    efsanelere nazaran daha eski idiler". Mançurya'nın kuzeyinde oturan
    iptidaî Moğollar, köpeğe büyük bir önem verirlerdi. Onlarca köpek, hem
    kutsal ve hem de kendi milletlerinin atası idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan
    destanına köpek başlı insanlar motifinin, Çin'den mi, yoksa Avrupa'dan
    mı geldiğini, kolayca kestirmek mümkün olamamaktadır. Cengiz-Han
    devrinde yazılmış olan Oğuz destanları, daha çok Batı ile ilgileri olan
    yazarlar tarafından kaleme alınmışlardı. Bu sebeple Oğuz destanlarında
    köpek başlı insanlar, Kuzey Rusya ile Finlandiya'da gösteriliyorlardı.
    Elimizde bu konu ile ilgili, daha eski kaynaklarımız maalesef yoktur.
    Buna rağmen, eski Türk destanlarında, güya Kuzey Mançurya'da yaşayan
    "Köpek başlı" insanlardan da söz açılıyordu.

    14. "ALTIN YAY" VE "ÜÇ GÜMÜŞ OK""Oğuz-Kağan'ın altı oğlu hükümdarlık sembolü olan, 'altın bir yay" ile ""üç gümüş ok"u, avda bulup getirmişlerdi":

    Altından yapılmış bir yay ile üç gümüş okun, Oğuz'un oğulları tarafından
    bulunuşu, hemen hemen bütün Oğuz destanlarında yer almaktadır. Tabiî
    olarak, ayrı yer ve zamanlarda yazılmış olan Oğuz destanlarında, bu
    konuda da ufak değişiklikler görmüyor değiliz. Uygur türkçesi ile
    yazılmış Oğuz destanı, yayla okların daha önce, rüyada görüldüklerini
    yazıyordu. Bu çok güzel olay, şöyle olmuştu:

    Söz dışında kalmasın, bilsin herkes bu işi,

    Oğuz-Kağan yanında, vardı bir koca kişi,

    Sakalı ak, saçı boz, çok uzun tecrübeli.

    Soylu bir insan idi, akıllı düşünceli.

    Ünvanı Tüşimeldi, yani Kağan veziri,

    "Uluğ Türük" dü adı, Oğuz'un seçme eri.

    Altından bir yay gördü, uyur iken uykuda,

    Yayın bulunuyordu, üç gümüşten oku da.

    Ta doğudan batıya, altın yay uzanmıştı,

    Üç gümüş ok kuzeye, sanki kanatlanmıştı.

    Anlattı Oğuz-Han'a, uyanınca uykudan,

    Rüyayı tabir etti, içindeki duygudan,

    Dedi: "Bu düşüm sana, dirlik düzenlik versin!

    "Hakanıma inşallah, birlik güvenlik versin!

    "Rüyada ne gördüysem, Gök Tanrı'nın sözüyle,

    "Seni de öyle yapsın, Tanrı kutsal özüyle!

    "Yeryüzü hep insanla, dolup taşar boyuna,

    "Tanrım! Bağışlayıver! Oğuz-Kağan soyuna!"


    Eski tarih kaynaklarına göre ise olay şöyle olmuştu: "Oğuz-Han'ın altı
    oğlu bozkırlarda avlanırlarken, tesadüfen bir altın yay ile üç gümüş ok
    bulmuşlar ve bunları babalarına getirmişlerdi".

    Oğuz destanlarının en son metinlerinden biri sayılan, Hive'nin meşhur
    Türk hanı Ebülgazi Bahadır Han'ın eserinde ise durum şöyle
    anlatılıyordu:

    "Oğuz-Kağan bir vezirine, altın bir yay ile üç gümüş ok vermiş ve
    bunların ayrı ayrı yerlerde, bozkırlar içine, yarıya kadar gömülmesini
    emretmişti. Bey, Oğuz-Kağan'ın emrini yerine getirerek yayı, batıdaki
    bir bölgeye ve üç gümüş oku da doğuda yarı yerlerine kadar gömerek,
    gelmişti. Bundan sonra Oğuz-Kağan göğün kızından doğan üç oğlunu, yani
    Gün-Han, Ay-Han ve Yıldız-Han'ı batıya göndermişti. Yerin kızından
    doğan üç oğlunu, yani Gök Dağ ve Deniz Hanları da, avlanmak için,
    doğuya göndermişti. Batıda ve doğuda avlanan çocuklar, yay ile okları
    bularak sevinmişler ve hemen onları babalarına ***ürmüşlerdi. Oğuz-Han,
    altın yayı bulan çocuklarını, Batı ülkelerine tayin etmiş ve gümüş
    okları bulanları da Doğu bölgelerine vermişti". Oğuz-Han'ın beyini
    göndererek, yay ile okları yarı yerlerine kadar toprağa gömdermesi,
    başka hiçbir kaynakta görülmemektedir. Bu bakımdan böyle bir olayın,
    sonradan uydurulmuş olması, ilk bakışta akla çok uygun gelmektedir.
    Fakat Türk mitolojisinin diğer motiflerini de hatırlayınca, bu olay
    üzerine önem vermeden geçmek, mümkün olmamaktadır. Çok eski bir
    efsanedir: "Atilla'nın çobanlarından birisi, günün birinde bir sığırın,
    ayağının kanadığını hayretle görmüş. Acaba sığırın ayağını böyle ne
    kesti diye araştırırken, yere saplanmış bir kılıç bulmuş. Sapından yere
    saplanmış olan bu kılıcı topraktan çıkararak, Atilla'ya getirmiş.
    Atilla'nın etrafındakiler bunu görünce çok sevinmişler ve bu kılıcın,
    Tanrının kılıcı olduğunu söylemişler. Ayrıca, bu kılıcı elde eden
    hükümdarın da, yaryüzüne hâkim olacağını ifade etmişler". Gerçi bu
    hikâye, İskitler çağında da görülen bir efsane motifidir. Fakat Batı
    bölgelerini ellerinde tutacak olan Oğuz-Han'ın oğullarının, yere gömülü
    altın bir yay bulmaları, da, herhalde Ebül Gazi Bahadır Han tarafından
    uydurulmuş bir efsane motifi olmasa gerekti.

    "Atilla'nın kılıcı" gibi, Oğuz-Kağan'ın oğullarının buldukları "Altın
    Yay" ile "Üç gümüş ok" da, Tanrı tarafından gönderilmiş bir hakanlık
    sembolü gibi düşünülüyordu. Oğuz-Kağan'ın vezirinin, az önce bu konu
    ile ilgili olarak nasıl bir rüya gördüğünü okumuştuk. Şimdi yine Uygur
    türkçesi ile yazılmış Oğuz destanından, bu yay ile okların nasıl
    bulunduklarını okuyalım:

    Sabah olunca gördü, kendinden büyükleri, Çağırtarak getirtti, kendinden
    küçükleri, Dedi: "- Hey! Gönlüm benim" Avlansana haydı der! "İhtiyarlık
    başa geldi, cesaretin hani der! "Gün, Ay, ve Yıldız sizler, gidin
    gündoğusuna, "Gök, Dağ ve Deniz siz de, gidin günbatısına!" "Oğuz-Han
    oğulları, bunu hemen duyunca, Gitti üçü doğuya, üçü batı boyunca. Av
    avlayıp, kuş kuşlayan, Gün ile Yıldız ve Ay, Buldular yolda birden, som
    altından tam bir yay. Sundular Oğuz-Han'a, Han sevindi hem güldü, Aldı
    bu altın yayı, kırarak üçe böldü. Dedi: "-Ey, oğullarım! Kullanın bir
    yay gibi! "Oklarımız erişsin, göğe değ bu yay gibi!" Av avlayıp kuş
    kuşlayan, Dağ ile Deniz ve Gök, Buldular yolda birden, som gümüşten tam
    üç ok, Sundular Oğuz-Han'a, Han sevindi hem güldü. Aldı üç gümüş oku,
    oğullarına böldü. Dedi: "- Ey, oğullarım! Sizlerin olsun bu ok, "Yay
    atmıştı onları, olun siz de birer ok!"

    Yay Türklerde bir hakimiyet sembolü idi. Hatta Büyük Selçuklu devletinin
    sembolü de, bir yaydan başka bir şey değildi. Fakat Oğuz Kağan
    destanındaki altın yay, gökyüzünü baştan başa kaplıyordu. Burada yay,
    bir devletin değil; daha çok gökyüzünün bir sembolü halinde idi.
    Gerçekten de Türkler, zaman zaman yayı gökyüzünün bir sembolü olarak
    görmüşlerdi. Onlara göre "ebe kuşağı" da, Tanrının bir yayı gibi idi.
    Türlü renklerle bezenmiş olan "ebe kuşağı", gerçekten de altın bir yayı
    andırıyordu. Daha sonraki motifleri de, kesin olmamakla beraber bir
    açıklama dönemesine tabî tutmak, henüz daha hiçbir şey bilmediğimiz bu
    konular için faydalı olacaktır. Daha gerçekçi Oğuz destanlarına göre:
    "Oğuz Kağan altın yayı, üç büyük oğluna vermiş ve onlara, yayın bir
    hükümdarlık sembolü olduğunu hatırlatmıştı. Bu sebeple hükümdarlık,
    devamlı olarak batıda oturan ve Oğuzların Boz-Ok Türklerini meydana
    getiren, üç büyük ******n hakkı olacaktı". Gerçekten de Türklerde yay,
    bir hükümdarlık sembolü idi. Efsane yazarı, buna kendinden fazla bir
    şey il've etmemişti: "Oğuz-Han doğuda oturan üç küçük oğluna, yani
    Üç-Ok'ların atalarına ise, üç gümüş ok vermişti. Bu okları verirken de
    oğullarına, okun bir elçilik sembolü olduğunu hatırlatmadan geri
    kalmamıştı". Gerçi Türklerde ok, bir elçilik sembolü idi. Bir yere giden
    elçiler sembol olarak ellerinde, kendi hükümdarlarının oklarını
    taşırlardı. Fakat Oğuz-Kağan'ın küçük oğullarının, elçi mertebesinde
    oldukları düşünülemezdi. Göktürk devletinde Bumın-Kağan, doğuda oturur
    ve Büyük Kağan ünvanını taşırdı. Batıdaki küçük kardeşi ise, onun
    emrinde olarak Yabgu idi. Kendisi gerçi Büyük Kağan değildi ama; devlet
    içinde Bumın-Kağan'dan sonra geliyor ve bölgesinin idaresini de, tam
    sel'hiyetle elinde tutuyordu. Üç-Ok'ların devlet içindeki vazife ve
    sel'hiyetleri de, İstemi-Kağan'ınkine benzetilebilirdi.

    15. OĞUZ DESTANINDA "VERASET DÜZENİ""Oğuz Kağan destanlarında, Hükümdarlık büyük oğullara geçiyordu":

    Az önce Türk mitolojisinde, yalnızca "Baba ailesi" nin görüldüğünü
    söylemiştik. İptidaî kavimlerde görülen "Ana ailesi" nin izleri, Türk
    mitolojisinde tamamen kalkmış ve silinmişti. Ana ailesinin izlerinin
    bulunduğu kavimlerde ver'set daha çok küçük oğullara düşerdi. Meselâ
    Cengiz İmparatorluğunda bile, bunun çeşitli kavgalarını görebiliyoruz.
    Türk mitolojisinde ise hükümdarlık hakkı, doğrudan doğruya büyük
    ******n hakkı idi. Bu sebeple Oğuz-Han'ın büyük oğlu "Gün-Han",
    münakaşasız olarak, babasının yerine geçmişti. Ayrıca ana ailelerinde,
    dayı tarafının adları ve nüfusları çok geçerdi. Türk mitolojisinin
    hemen hemen tümünde ise, dayı ailesinin en ufak bir izine bile
    rastlamıyoruz: "Türkler, eski ve geri çağları çoktan geride bırakmış ve
    yüksek içtimaî bir seviyeye erişmişlerdi".

    16. OĞUZ - KAĞAN DESTANININ ORTA ASYA'DAKİ KALINTILARI

    Selçuklu ve Osmanlı devletlerini meydana getiren "Oğuz Türkleri",
    Türklüğün en gelişmiş ve soylu bölümleri idiler". Birçok defalar büyük
    devletler kurmuşlar ve tecrübe ile görgülerini, iyice geliştirmişlerdi.
    Oğuz Türklerinden başka, Ortaasya'da yaşayan, daha pek çok Türk vardı.
    Bunların pekçokları, ne büyük bir devlet kurabilmiş ve ne de toplum
    hayatlarını geliştirebilme ortamını bulabilmişlerdi. Ama bunlar da,
    yine Türk idiler. Onların kültürleri de, Oğuz Türkleri ile birçok
    bağlar taşıyorlar ve menşe birliği gösteriyorlardı. Meselâ, Tanrı
    dağları ile Doğu Türkistan'ın batısında yaşayan Kırgız'lar, tarih
    boyunca büyük devlet hayatı yaşayamamışlardı. Tanrı dağlarının derin
    vadilerinde, hayvanlarını otlatmakla geçinen bu Türkler, zaman zaman
    kurulan büyük Türk devletlerine tabî olmuş ve öylece yaşayıp,
    gitmişlerdi. Bununla beraber, onların da elbette ki, Oğuz-Kağan'dan
    veya onunla ilgili Türk efsanelerinden haberleri vardı. "Oğuz-Kağan
    destanı, Oğuz Türklerinin bir devlet mitolojisi halini almıştı. Kurulan
    bütün devletler, kendilerini Oğuz-Han'a bağlıyorlar ve O'nun düzeni
    ile yetiniyor ve öğünüyorlardı" Kırgız'ların ise, böyle bir iddiaları
    yoktu. Ama onlar arasında da, Oğuz Kağan babasını öldüren kahramanların
    bulunduğunu, sık sık görebiliyoruz. Kırgız'lar, aslen Moğol olan
    Oyrat'lardan çok korkarlardı. Oyrat'lar henüz daha müslüman değil
    idiler. Kırgız'lar ise, Müslüman olmuşlardı. Fakat İsl'miyete henüz
    daha, iyi olarak ısınmamışlardı. Kırgızlar efsanelerine göre: "Oyrat
    Hanı'nın, Alman-Bet adlı bir oğlu olur ve büyüyerek müslüman olma
    ihtiyacını, belki de Tanrının ilhamı ile, hissetmeğe başlar. Bunun için
    Kırgızlar'ın yurduna kaçıp, İsl'miyeti öğrenmek ve nasıl ibadet
    edildiğini görmek ister". Öyle anlaşılıyor ki Kırgız'lar, bu sırada
    İsl'miyetin en önemli şartı olarak, sakal bırakma ile sarık giymeği
    biliyorlardı. Bu sebeple kendilerine kaçan Oyrat Han'nının oğluna şöyle
    diyorlardı:

    Bıyığını tıraş et, sakalını koyuver,

    Saçların olmaz böyle, k'külünü kırkıver;

    Başındaki şapkanın, düğmelerini kesiver,

    Her Cumadan Cumaya, mescitlere geliver!

    Eski Türkler "sakal" bırakmazlardı. Fakat bıyığa, büyük önem verirlerdi.
    "Uzun saç" bırakma da, Türklerin çok sevdikleri, bir an'aneleri idi.
    Bu sebeple Oyrat Han'nın oğlunun bıyıkları, "şapkası" ile "saçları" ,
    Kırgız Hocalarının gariplerine gitmiş ve kendilerine uyması istenmişti.
    Türk mitolojisi adlı büyük eserimizde, bu konu ile ilgili efsanenin,
    hemen hemen tümünü bulabilirsiniz.

    "Müslüman olan Alman-Bet, babasına gider ve onun da müslüman olmasını
    ister. Babası, oğlunun bu isteğini duyunca, kızar ve Alman-Bet'i
    yanından kovar, (Önemli olan nokta, Alman-Bet'in babasının da
    Oğuz-Han'ın babası gibi, Kara-Han adı taşımasıdır). Alman-Bet babasını
    razı edemeyince, yeniden Kırgız'lara kaçar ve Kırgız'larla beraber
    olup, babasına hücum eder. Büyük bir savaştan sonra Alamn-Bet, babası
    Kara Han'ı öldürür ve bu suretle intikamını almış olur".

    "Kırgız'ların bu efsanesi, gerek din ve gerekse konu bakımından, Oğuz destanı ile karşılaştırılamayacak kadar geridir":

    Alman-Bet, Oğuz-Han gibi büyük bir kahraman olarak gösterilmiştir. Fakat
    Alma-Bet'in kendisi, bir kağan değil; nihayet Kırgız Hanlarının
    emrinde bulunan, bir komutan gibidir. Savaşır, yaralanır, mağlûp olur,
    basit insanlar tarafından zehirlenir ve her türlü şeyler başına gelir.
    Kara Han'ı öldürmekle, babası onun yurdunu da, eline geçirmiş değildir.
    Öğündüğü şeyler de, birkaç sığır sürüsü elde etmek, bol miktarda yağ
    ve süt yağmalamak ve nihayet, şapka ile elbiseleri, ölülerin üzerinden
    çıkararak toplamak gibi, basit şeylerdi. Gerçi Kırgız'ların efsaneleri
    de çok güzeldir. Bir cemiyetin isteklerini, ızdıraplarını anlatır.
    Kendileri müslüman olmuşlardır. Fakat etraflarındaki halklar ise,
    müslüman değillerdir. Onlar da, eski büyük Türk devletleri gibi, bu
    bölgeleri alıp, düşmanlarını müslüman etmek isterler. Bu sebeple
    kahramanlarına, türlü savaşlar yaptırırlar. Fakat savaşlar küçüktür.
    Akınlar uzun sürer ama; elde edilen yeni bir toprak parçasından, hiç
    söz açılmaz. Kahramanlar, döner, dolaşır, savaşırlar ve yine, kendi
    küçük yaylalarına gelirler.

    Bu sayfadaki bilgiler, Bahaeddin ÖGEL tarafından hazırlanan Mili Eğitim
    Bakanlığı - Eğitim Dizisi, "Türk Mitolojisi - I" adlı kitaptan
    alınmıştır.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:33 am

    METE EFSANESİ
    "Eşimi, atımı verdim, çünkü benimdir!"


    "Toprak verilemez, çünkü devletindir!"
    METE



    1. METE'NİN GENÇLİĞİ OĞUZ-HAN'INKİNE BENZİYORDU



    "Büyük Hun İmparatoru Mete'nin bir efsane halinde anlatılan gençliği, Oğuz-Han'ın hayatına benzetilmişti" :



    Mitoloji, tarih değildir. Zaten tarihte olmuş olaylar mitolojinin konusu
    içine giremezler. Bunlar daha çok, destan sayılırlar. Bir hadisenin
    mitoloji olabilmesi için, herşeyden önce kahramanının, tarihteki
    yerinin silinmiş ve unutulmuş olması gerekir. Oğuz Kağan, müslüman olan
    Türklere göre, babası Kara Han'ı öldürmüş ve onun yerine geçmişti.
    Zamanımızdan 200 sene önce büyük bir Türk Tarihi yazmış olan bir
    Fransız bilgini, Oğuz Han'ın Mete olabileceğini söylemiş ve ikisi
    arasında da bir bağ görmüştü. Bu Fransız bilgininin görüşü, büsbütün de
    yanlış değildi." Çünkü Mete de, Oğuz-Han gibi babasını öldürmüş ve
    onun yerine, hükümdar olmuştu."Çin Tarihleri, Mete ile babası arasındaki
    savaşlar, bir tarih olayı hadisesi gibi anlatıyorlardı. Ama önemli
    olan nokta, Mete'nin hayatının gençlik çağlarının da, bir efsane olup
    olmadığı idi. Mete'nin daha sonraki hayatı ve savaşları hakkında, epey
    şeyler biliyoruz. Tarih kaynaklarından kronolojik olarak kesin bir
    şekilde verilen bu bilgiler, tarihin ve gerçeğin ta kendileri idiler.
    Ama bütün tarih boyunca, büyük hükümdarlarla olduğu gibi, Mete'nin
    hayatının da gençlik çağları, karanlık kalmakta ve bir nevi mitolojiye
    bürünmüş olarak anlatılmaktadır. Büyük hükümdarların, hemen hemen
    hepsinin de gençlik çağları, bir mitoloji perdesi arkasında gizlenmiş ve
    bu devreler, romantik bir şekilde anlatılmıştı. Çinliler, Mete'den
    sonra Hun'ları ve Ortaasya halklarını, birçok savaş ve temaslar
    sonunda, çok iyi bir şekilde tanıyabilmişlerdi. Fakat Mete'den önce,
    Çin kaynaklarında Ortaasya hakkında anlatılan bilgiler, çok karanlıktı.
    Çinliler bu çağda öyle ki, kendi sınırlarının dışındaki bölgelerden
    bile haberleri yoktu. Zaten Mete'nin hayatını anlatmağa başlayan Çin
    tarihleri, üslûp bakımından da mitolojik ve hikâyemsi bir dille
    konuşuyorlardı. Çin tarihinin üslûbu çok kuru, fakat kronolojik ve
    kesindi. Zaten bu bilgilerin çoğu, imparatora gelen raporlarla, Çin
    sarayından çıkan fermanların, kopyalarından başka bir şey değil idiler.
    Halbuki Mete'nin hayatından Çin tarihleri, âdeta bir Çin romanı gibi
    söz açıyorlardı.



    "Çin tarihlerinin verdikleri yarım mitolojik bilgilere göre Mete, Oğuz-Han gibi kendi babasını öldürmüştü":



    Ortaasya'da Tuman adlı bir Hun reisi varmış. Bu reisin de Mete adlı
    büyük bir oğlu bulunuyormuş. Gerek babasının ve gerekse oğlunun adları,
    Çin tarihlerinde, zaten, Çin işaretleri ile yazılıyordu. İkiyüz sene
    önce bu işaretler, Mete şeklinde okunmuş ve bizim tarihçilerimiz de bu
    adı; Mete olarak yazmışlar ve Türkiye'ye yaymışlardı. Bugün
    Türkiye'mizde, bu büyük Hun İmparatorunu, "Mete" adı ile tanıyoruz.
    Birçok kimseler de bu adı, maalesef 200 sene önce okunan, böyle yanlış
    bir okunuşla, kendi adları olarak tanımaktadırlar. Aslında ise bu Çince
    işaretleri, "Mao-dun" şeklinde okumak gerekiyordu. Kendi hususî
    metodlarımıza göre, Mete'nin Türkçe adının herhalde "Bahadır" dan başka
    bir şey olmaması gerekiyordu. Ama ne yapalım ki, bugün Türkiye'miz de
    bu büyük Hun hükümdarı, Mete adı ile tanınmış ve öyle yayılmıştır. Mete
    hakkındaki Çin kaynaklarında okuduğumuz bu efsanemsi olaylar özet
    olarak şöyledir:

    METE'NİN GENÇLİK EFSANESİÜçüncü yüzyıldı tam, çok önceydi İsa'dan,

    Bir fırtına kopmuştu, taşmıştı İç Asya'dan!

    Sonsuz at sürüleri, yerleri inletmişti.

    Kurdumsu türküleri, gökleri çınlatmıştı!

    Atlılar gelmişlerdi, ordular biçmişlerdi,

    Volga, Sarı nehirden, kanıp, su içmişlerdi!

    Tarihten uğultular, bir millet var diyordu!

    Yazılı doğrultular, bir devlet var, diyordu!

    Hunların ilindeydi, İç Asya ilindeydi,

    Hun reisi Tuman-Han, herkesin dilindeydi!

    Bayrağı direkteydi, büyük oğlu Mete'ydi,

    Diğer bütün komşular, henüz birer çeteydi.

    Tuman-Han da kanarmış, insanoğluymuy bu ya!
    Bir cariye hep dermiş: "Bu Mete ölsün!" Diye.

    Tuman fakat korkarmış, kadına da tapırmış,

    Bir bahane ararmış, çünkü bir "Töre" varmış!

    Soyuna bakarlarmış, tek kadın alırlarmış,

    Sonraki hatunlarsa, mir'ssız kalırlarmış.

    Tuman oğlunu vermiş rehin Yüeçi'lere

    Sonra da hücum etmiş, sormamış elçileri.

    Yüe-çi'ler varmışlar, Mete'yi aramışlar,

    Mete çoktan kaçmışmış, yolları taramışlar.

    Tuman oğlunu görmüş, aklı başına dönmüş,

    Şenlik düğün yaptırmış, güya çok mes'ut günmüş.

    Mete'ye tümen vermiş, eline ferman vermiş,

    Mete'nin disiplini, Dünyaya hep şan vermiş!

    Asker Tanrı sanırmış, hep Mete'ye taparmış,

    Ondan ne buyruk gelse, düşünmeden yaparmış.

    Orduyu toplamışmış, atını oklamışmış,

    Tümen disiplinini, böylece yoklamışmış.

    Askerler ok atmışmış, atlar yere yatmışmış,

    Atına kıymayanın, kanı yere akmışmış!

    Bir defa şenlik yapmış, aileler toplanmış,

    Ok atmış karısına, bütün eşler oklanmış!

    Biraz nefes alanlar, azıcık geç kalanlar,

    Kılıçtan geçirilmiş, görülmemiş kaçanlar!

    Avlara gidilirmiş, şenlikler düzülürmüş,

    Gelen ordular ile, hayvanlar sürülürmüş.

    Tuman-Han ava gitmiş, Mete'ye de gel demiş,

    Kurdu Mete avlamış, Tuman'sa keklik yemiş!

    Avda bir ok uçmuşmuş, Tuman-Han'a gelmişmiş!

    Gerçi derler ilk oku, Mete atmıştı, çoğu,

    Mete'nin tümeni de, bu hedefi delmişmiş!

    Oğuz'un babasıysa, yemişti "Tanrı oku"!

    Bu bir efsane idi, ok bir bahane idi,

    Töre'yi bozan Tuman, tam bir divane idi!

    Çin
    tarihlerinde, Mete'nin babasını öldürüşü ile ilgili olay, böyle
    anlatılıyordu. "Zaten olayların anlatılışından da, bunun bir mitoloji
    olduğu, açık olarak görülüyordu." Öyle anlaşılıyor ki bu çağda, Hunlar
    arasında da, buna benzer efsaneler yok değildi. Mete gibi büyük bir
    hükümdarın ortaya çıkışı, bütün Ortaasya'yı hakimiyeti altına alışı ve
    ayrıca komşularını da büyük bir dehşet saçısı sebebi ile, Ortaasya'nın
    eski mitoloji kahramanlarının hususiyetleri, Mete'ye yakıştırılmış ve
    onun faaliyetlerine uydurulmuştu.


    2. "TÖRE"Yİ BABA BİLE BOZSA, ÖLMELİYDİ


    "Dünya mitolojilerinde "Baba öldürme" olayı, erkek çocukların şuur
    altlarında saklı hislerin, masallardaki birer görüntüleri halinde kabul
    ediliyorlardı":



    Aslında ise, "Babalarını öldüren çocuk efsaneleri", insanlığın hayalinde
    yaşamış, çok eski şuuraltı 'kisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral
    Ödip", babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri
    olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili
    efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı
    görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim
    eski "Rüya Tabirn'meleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer
    verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek ******n rüyasında, yeni cemiyetin
    yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi.
    Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubal'ğa etmiş ve büyütmüştü.
    Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok
    erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin
    yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler,
    kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline
    giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu,
    masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han
    efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki
    imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki
    çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği
    devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil
    idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın,
    kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek
    istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de
    vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş
    ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el
    atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına
    bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş
    ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve
    ışık aramak zorundayız.", insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski
    şuuraltı 'kisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral Ödip", babasını
    öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan,
    Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili efsaneyi
    de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre,
    birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski "Rüya
    Tabirn'meleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer
    verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek ******n rüyasında, yeni cemiyetin
    yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî
    olarak bu konuları Freud, birazda mubal'ğa etmiş ve büyütmüştü. Ama
    kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek
    çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin
    yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler,
    kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline
    giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu,
    masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han
    efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki
    imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki
    çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği
    devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil
    idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın,
    kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek
    istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de
    vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş
    ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el
    atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına
    bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş
    ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve
    ışık aramak zorundayız.


    Türk mitolojisinde, "Türk töresi" ne uymadığı gerekçesi ile, baba öldürme olayları yer alıyorlardı":


    Ortaasya'da söylene gelen efsanelerde büyük kahramanlara, insan üstü
    hususiyetler verilmek istenmişti. Oğuz Kağan Destanında da, bunun
    örneklerini pek çok görüyoruz. "Oğuz'un ayağı, ayı ayağı gibi; bileği
    ise, kurt bileğine benziyordu. Vucûdu, baştan aşağıya tüylerle örtülü
    idi. Annesinden doğar doğmaz, memeyi ağzına bir defa almış ve sütten
    bir yudum içtikten sonra da, annesine bir daha yanaşmamıştı. "Çiğ et
    yiyip, şarap istemeğe başlamıştı". Aşağıda da söyleyeceğimiz gibi,
    "Türkler çiğ et yemezlerdi". Ama korkunç bir kahraman, onlara göre, çiğ
    et de yiyebilirdi. Çünkü O, o kadar korkunç ve o kadar bahadır, bir
    kimse idi:


    "Korkunç bir hakan olsun, çok büyük bir han olsun,


    "Babasını öldürsün, Türk Töresi korunsun".



    Ortaasya efsanelerinde, "Manas Han'ın oğlu Semetey doğmuş ve epeyde
    büyümüştü. Ama ona hiç kimse bir ad bulamamıştı. Günün birinde yurtta,
    ansızın "Gök sakallı " bir ihtiyar peyda olmuş ve Semetey-Han'ı
    kucağına alarak, O'na Semetey adını vermişti. Bundan sonra da bir şiir
    okumağa başlamıştı. Bu şiirin başında, "Semetey öyle büyük, öyle
    korkunç bir bahadır olacak ki, babasını bile öldürecek" diye söze
    başlanıyordu. Bu da, büyük bahadırlığın, bir hususiyeti idi. Çünkü,
    büyük bir kahraman gerekirse, babasına bile acımazdı ve öyle olması
    l'zımdı. Ama, Türk Mitolojisinde çok önemli bir nokta vardır. Bunu da,
    hiçbir zaman unutmamamız l'zımdır: "Ne Oğuz Kağan ve nede Mete, kendi
    öz ihtirasları için babalarını öldürmemişlerdi". Babalarının
    öldürüşlerinin tek sebebi, onların "Türk töresine uymamış ve riayet
    etmemiş olmaları" idi. Çünkü Türk töresine göre taht, Mete'nin hakkı
    idi. Kendisi Baş-Hatun'dan, yani hükümdarın en asil hatunundan doğmuştu.
    Eski Türk töresine göre hükümdarlık, ancak onun hakkı olabilirdi.
    Halbuki, Mete'nin babasının yeni bir cariyesi araya girmişti. Babası
    zayıftı. Kadının tesirinde kalıyordu, "Töreyi unutuyor" ve asil olmayan
    bir ******, onun yerine geçirmek istiyordu. Göktürk tarihinde, bunun
    örnekleri çoktur: Üçüncü Göktürk Kağanı Mohan Kağan'ın, çok değerli bir
    oğlu vardı. Savaşçılığı ve idaresi ile, Türkler arasında büyük bir ün
    yapmıştı. Ama annesi, birinci hatun değildi. Onun annesi de asil idi
    ama; asillik derecesi bir kağan doğurmak için yeterli görülmüyordu. Bu
    sebeple, Mohan Kağan'ın vasiyeti üzerine, kendi oğlu hükümdar olamamış
    ve yerine küçük kardeşi geçmişti. Hatta Mohan Kağan: Bir evl'tla baba
    arasındaki bağ, hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ama ne yapayım ki
    aramızda bir de töre var", şeklinde konuşmak zorunda kalmıştı.


    "Oğul ile babanın, arasına girilmez,


    "Mayasıdır Hakanın, Türk Töresi geçilmez!"



    Oğuz-Han'da babasını öldürmüştü. Türk cemiyeti, Oğuz-Han'ın babasını
    öldürmesini, doğru ve töreye uygun bir hareket olarak görüyordu. Çünkü
    babası, Hak dinini kabul etmemiş ve Tanrı yoluna girmemişti. Hatta
    Oğuz-Kağan destanları, Kara-Han'ın kendi oğlu Oğuz-Kağan tarafından
    öldürüldüğünü de söylemiyorlardı. Kara-Han, bilinmeyen bir yerden
    gelen, bir kılıç darbesi ile ölmüştü. Bazıları da, "Kimin attığı
    bilinmeyen bir ok Kara-Han'ın hayatına son vermiştir", diyorlardı.
    Bütün bu sözleri altında yatan, bir istek ve bir eğilim görülüyordu.
    "Kara-Han'ı, oğlu Oğuz Kağan değil; yine Tanrı öldümüştü". Kimden
    geldiği bilinmeyen bu kılıç darbesi veya ok, Tanrı tarafından atılmış ve
    Kara-Han da, bu yolla cezalandırılmıştı. Türk destanlarının hiçbiri,
    Oğuz Han'ın elini, baba kanına bulandırmıyorlardı. Mete'de öyle idi.
    Mete'nin bizzat kendisi, babasını öldürmemişti. Türklerde ordu, bir
    milletin sembolü ve gerçek varlığı idi. Mete'nin babasını öldüren
    oklar, ordu tarafından atılmıştı. Tuman-Han, binlerce ve hatta
    onbinlerce ok ile ölmüştü. Mete'nin babası, bütün bir milletin okları
    ile cezalandırılmış ve bu yolla da töre, yerine getirilmişti.


    "Mete ile Oğuz'un, babaları yanılmış,


    "Tanrı vermiş cezayı, oğul yaptı sanılmış!"



    Bu sayfadaki bilgiler, Bahaeddin ÖGEL tarafından hazırlanan Mili Eğitim
    Bakanlığı - Eğitim Dizisi, "Türk Mitolojisi - I" adlı kitaptan
    alınmıştır.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:34 am

    [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]


    [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]


    Bozkurt Destanı
    Bozkurt
    Destanı, bilinen en önemli iki Kök-Türk destanından biridir (ötekisi
    Ergenekon Destanı'dır; ayrıca Ergenekon Destanı'nın, Bozkurt Destanı'nın
    devamı olması güçlü bir olasılıktır). Bu destan bir bakıma Türkler'in
    soy kütüğü ve var olma öyküsüdür. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir var
    oluş biçiminde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge
    Kagan'ın Orkun Anıtları'ndaki ünlü vasiyetinin ilk sözleri olan "Ben,
    Tanrı'nın yarattığı Türk Bilge Kagan, Tanrı irâde ettiği için,
    kaganlık tahtına oturdum." tümcesi ile birlikte düşünülecek olursa,
    soy ve ırkın nasıl yüceltilmek istenildiğini de anlatmaktadır. Destan,
    Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Bozkurt Destanı'nın iki ayrı söyleniş
    biçimi vardır. Ama bu iki varyant arasındaki fark azdır ve Çinliler'ce
    yazıya geçirilirken ad ve sözcüklerin Çince'ye uydurulma gayreti
    yüzünden ortaya çıkmıştır. Kimi araştırmacılar, Türkler'le ilgili
    başka bir kurt efsanesini de katarak bu varyant sayısını üçe
    çıkarsalar da, aslında onların Bozkurt efsanesinin üçüncü söylenişi
    dedikleri bu destan, Hunlar çağındaki Usun Türkleri'nin bir efsanesidir.
    Bu efsane, Hunlar ve Kurt adlı bölümde anlatılmıştır. Bozkurt
    Destanı, Çin'de hüküm sürmüş Chou hanedanının resmi tarihinin 50.
    bölümünde ve yine Çin hanedanlarından olan Sui sülalesinin resmi
    tarihinde kayıtlıdır.



    Bozkurt'tan türeyiş efsaneleri, Türk mitolojisinin en ileri ve romantik
    bölümüdür. Türk mitolojisinde genel olarak tüm millet düşmanlarca yok
    edilir, geriye yalnızca bir çocuk kalırdı. Türk özelliğini taşıyan
    birçok efsanede bu motifi bulmak mümkündür. Aşağıda yer verilen
    Bozkurt Destanı'na göre Türkler, eskiden Batı Denizi adlı bir yerin
    batısında oturmakta idiler. Efsanedeki Batı Denizi, Aral Gölü
    olabilir. Batı Denizi'nin Altay Dağları ya da Tanrı Dağları üzerinde
    bir göl olması da muhtemeldir. Destandaki, geriye kalan tek ******n
    kolları ile bacaklarının kesilerek bir bataklığa atılması da, Türk
    mitolojisinde önemli bir yer tutar. Bu tür bataklık motifleri, Hun ve
    Macar efsanelerinde de vardır.



    Türkler'in yeniden türeyişlerini anlatan bir destan olan Bozkurt Destanı'nın özeti aşağıda verilmiştir:



    "...Türkler'in ilk ataları Batı Denizi'nin batı kıyısında otururlardı.
    Türkler, Lin ülkesinin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman
    çerileri bütün Türkleri erkek-kadın, küçük-büyük demeden öldürdüler.
    Bu büyük ve acımasız kıyımdan yalnızca 10 yaşlarında bulunan bir oğlan
    sağ kaldı geriye. Düşman askerleri bu ****** da buldular ama onu
    öldürmediler; bu yaşayan son Türk'ü acılar içinde can versin diye,
    kollarını ve bacaklarını keserek bir bataklığa attılar. Düşman
    hükümdarı, çeri (asker) lerinin son bir Türk'ü sağ olarak bıraktığını
    öğrendi; hemen buyruk verdi ki bu son Türk de öldürüle, Türkler'in
    kökü tümüyle kazına... Düşman çerileri ****** bulmak için yola
    koyuldular. Fakat dişi bir Bozkurt çıktı ve ****** dişleriyle ensesinden
    kavrayarak kaçırdı; Altay dağlarında izi bulunmaz, ıssız ve her yanı
    yüksek dağlarla çevrili bir mağaraya ***ürdü. Mağaranın içinde büyük
    bir ova vardı. Ova, baştan ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı; dörtbir
    yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada ******n yaralarını
    yalayıp tımar etti, iyileştirdi; onu sütüyle, avladığı hayvanların
    etiyle besledi, büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü, ergenlik çağına girdi
    ve Bozkurt ile yaşayan son Türk eri evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk
    doğdu. Çocuklar büyüdüler; dışarıdan kızlarla evlenerek ürediler.
    Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar. Ordular kurup Lin ülkesine
    saldırdılar, atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular, dört
    bir yana yeniden egemen oldular. Ve Türk kaganları atalarının anısına
    hürmeten, otağlarının önünde hep kurt başlı bir sancak
    dalgalandırdılar..."



    Bu efsaneden anlaşıldığına göre, Türkler'in ilk yurtları, Orta Asya'nın
    batısına yakın bir yerde idi. Türkler, Turfan'ın kuzey dağlarına daha
    sonra göçmüşlerdi.



    Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt destanı, burada bitmektedir.
    Çinliler daha sonra nelerin olduğunu açık olarak yazmıyorlar. Bu
    efsanenin son bölümü, Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı, Cengiz
    Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana
    motifleri, açıkça Kök Türkler ile ilgilidir. Kök Türk Devleti, MS
    6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır.
    Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp
    kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon
    Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci,
    dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek
    Bozkurt'un önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki,
    Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler,
    başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları,
    demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri
    eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci
    olmaları bundan ileri gelmektedir. Oysa Moğollar, demirciliği
    bilmezlerdi. Cengiz Han zamanında Moğollar'ın yanına gelen bir Çin
    elçisi, o çağda bile Moğollar'ın ok uçlarını taştan yaptıklarını,
    demir işlemeyi bilmediklerini belirtir. Moğollar demir işlemeyi,
    Cengiz Han zamanında Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Ayrıca
    Bozkurt, Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı
    köpektir.



    Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği
    törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri
    gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın
    başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı
    törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata
    Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve
    Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Asıl önemli olan nokta ise, bütün
    milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı
    göstermesidir. Yukarıda değinilen konular, Ergenekon Destanı bölümünde
    daha geniş olarak anlatılmıştır.



    Az önce bir özetini vermiş olduğumuz Bozkurt Destanı, Türk kültürü'ne
    derinlemesine etki yapmıştır. Bugünkü Moğolistan'ın Bugut mevkiinde
    bulunmuş olan, 578-580 yıllarından Kök Türkler'den kalma Bugut
    Anıtı'nın üzerinde elleri kesik bir çocuğa süt emziren bir Bozkurt
    kabartması vardır. Ayrıca Özbekistan'da çeşitli yerlerde kurda binmiş,
    kol ve bacakları kesik insan figürleri bulunmaktadır..
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:34 am


    Ergenekon Destanı


    Ergenekon
    Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır. Kök-Türkler çağını
    konu alır. Ergenekon Destanı'nın, Türk destanlarının içinde ayrı ve
    seçkin bir yeri olup, en büyük Türk destanlarından biridir. Ergenekon
    Destanı'nın, Türk toplum yaşamında yüzyıllarca etkisi olduğu gibi,
    bugün bile Anadolu'nun dağlık köylerinde, birtakım gelenek ve
    göreneklerde etkisi görülmektedir.



    Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş
    olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha
    doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon
    Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini
    anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın
    bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Efsanesi'nin devamı,
    Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı, Cengiz Han çağında
    moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri,
    açıkça Kök Türkler ile ilgilidir. Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan
    itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle
    büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp
    kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon
    Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci, dağda
    demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un
    önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki,
    Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler,
    başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları,
    demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri
    eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci
    olmaları bundan ileri gelmektedir. Göktürkler'in temel toprakları olan
    Altay ve Sayan dağları, zengin demir madenlerinin bulunduğu bir
    yerdi. Burada çıkan demirin yüksek cevherli olması ve Türkler
    tarafından mükemmel bir biçimde işlenmesi, çağın Türk savaş
    endüstrisinin en önemli özelliği idi. Göktürkler çağında Türkler'in
    işlettikleri demir ocakları ve dökümevleri bulunmuştur. Göktürkler
    demirden ürettikleri kılıç, kargı, bıçak gibi savaş araçlarının
    yanında yine demirden saban, kürek, orak gibi tarım araçlarını
    yapmakta da usta idiler. Oysa, Göktürklerden tam beş yüzyıl sonra,
    yine Türklerle birlikte olmak üzere bir devlet kuran Moğollar,
    demirciliği bilmezlerdi. Cengiz Han zamanında Moğollar'a elçi olarak
    gönderilen Çin'deki Sung sülalesinin generali Men Hung, yazmış olduğu
    ''Meng-Ta Pei-lu'' adlı ünlü seyahatnamesinde, Moğollar'ın Cengiz
    Han'dan önce maden işlemeyi bilmediklerini, ok uçlarını bile kemikten
    yaptıklarını, Moğollar'a demir silahların Uygur Türkleri'nden
    geldiğini anlatmaktadır. Zaten Moğollar, demirciliği Uygur Türkleri'nden
    öğrenmişlerdir. Aslında demircilik, o çağın Moğol düşüncesine göre
    büyücülere özgü korkunç bir sanattı. Ayrıca Bozkurt, Türkler'in kutsal
    hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir.



    Ergenekon Destanı'nda Türkler, Ergenekon ovasından çıkmak
    istediklerinde yol bulamazlar. Çare olarak da dağların demir madeni
    içeren bölümlerini eritip bir geçenek açmayı düşünürler. Demir
    madenini eritmek için dağların çevresine odun-kömür dizilir ve yetmiş
    deriden yetmiş körük yapılıp yetmiş yere konulur. Yedi ve yetmiş
    sayıları, dokuz ve katları ile birlikte, Türkler'in mitolojik
    sayılarındandır. Moğollar'ın mitolojik sayıları ise altı ve altmıştır.
    Destanda altmış yerine yetmiş sayısına yer verilmesi, bu efsanenin
    Moğolca bir metinden öğrenilmemiş olduğunu, Türkler'e ait olduğunu
    gösterir.



    Mağaralar, Türk mitolojisinde ve Türk halk düşüncesinde önemli bir yer
    tutarlar. Bu, yalnızca Göktürk efsanelerinde, Bozkurt ve Ergenekon
    destanlarında değil, Anadolu'daki masallarda da böyledir. Göktürk
    efsanelerinin, Bozkurt ve Ergenekon destanlarındaki motiflerin ufak
    değişikliklere uğramış örneklerini, Anadolu efsanelerinde de
    bulabiliriz. Hatta islami hikayelerde bile:



    Bir Anadolu efsanesinde peygamberin torunu (?) Muhammed Hanefi, önüne
    çıkan bir geyiği kovalar. Geyik bir mağaradan içeri girer. Muhammed
    Hanefi de geyiğin arkasından mağaraya girer. Mağaradan geçerek büyük
    bir ovaya varır ve burada Mine Hatun'la karşılaşır. Dikkat edilirse,
    bu Anadolu efsanesindeki mağara, Bozkurt'un hayatta kalan tek Türk
    gencini ***ürdüğü mağaranın ve mağaradan çıkılan ova da yine Bozkurt
    Destanı'ndaki kurdun, yaşayan tek Türk gencini mağaradan geçerek
    ***ürdüğü ovanın aynısıdır. Ayrıca yine bu ova, Ergenekon
    Destanı'ndaki Kayı ile Tokuz Oguz'un yurt tuttukları ovanın aynısıdır.



    Altay Türkleri'nin efsanelerinde de Bozkurt ve Ergenekon destanlarının
    izlerini görmek mümkündür. Bir Altay efsanesinde, bir bahadır
    avlanırken karşısına çıkan geyiği kovalamağa başlar. En sonunda bir
    Bakır-Dağ'ın önüne gelirler. Baştan başa bakırdan yapılmış olan dağ
    birden açılır ve geyik açılan delikten içeri girer. Genç bahadır da
    geyiği izler. Az sonra geyik kaybolur. Efsanenin devamında bahadır
    türlü canavarla, iyi yürekli yaşlı kişilerle, çok güzel kızlarla
    karşılaşır. Bu Altay efsanesinde de aynı mağara ve mağaradan geçilerek
    ulaşılan ova motifleri vardır ve bu Altay efsanesi, Muhammed
    Hanefi'nin efsanesine belirgin bir biçimde benzemektedir. Altay masal
    ve efsanelerinde bu tür öykülerin daha mitolojik biçimde olanları da
    vardır.



    Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği
    törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri
    gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın
    başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı
    törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata
    Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve
    Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Ancak bugün, bu mağaranın yeri
    bilinmiyor. Tabgaçlar da kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada
    yere, göğe, ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban töreninden
    sonra da, çevreye kayın ağaçları dikilir, o bölgede kutsal bir orman
    oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara
    inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Ayrıca, Aybek
    üd-Devâdârî'nin anlattığı, Türkler'in kökenine ilişkin ''Ay Ata
    Efsanesi''nde de mağara ve mağarada türeme motifi vardır. Bu efsanede
    de, Türkler'in ilk atası olan Ay Ata, bir mağarada meydana gelir. Ay
    Ata Efsanesi'ndeki mağara, ilk ataya bir ana rahmi görevi görmüştür.



    Ergenekon Destan'ı, Türkler'in yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak,
    maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili
    kutsal toprakların öyküsüdür. Ergenekon Destanı'nın önemli bir
    çizgisi, Türkler'in demircilik geleneğidir. Maden işlemek, demirden ve
    en iyi çelikten silahlar yapmak, Eski Türkler'in doğal sanatı ve
    övüncü idi. Ergenekon Destanı'nda Türkler, demirden bir dağı eritmiş
    ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirmişlerdir.



    Ergenekon Destanı ilk kez, Cengiz Han'ın kurmuş olduğu Türk-Moğol
    Devleti'nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. Reşideddin,
    ''Câmi üt-Tevârih'' adlı eserinde Ergenekon Destanı ile ilgili geniş
    bilgiler vermektedir. Fakat Reşideddin, -yukarıda da değinildiği gibi-
    bir Türk destanı olan Ergenekon Destanı'nı moğollaştırmıştır
    (Ergenekon Destanı'nın nasıl moğollaştırıldığı hakkında
    Prof.Dr.Bahaeddin Ögel'in, Türk Mitolojisi [1.cilt, 59-71. sayfalar]
    adlı yapıtında geniş bilgiler vardır).



    Ergenekon Destanı, Hıve hanı Ebulgazi Bahadır Han'ın 17.yy.da yazmış
    bulunduğu ''Şecere-Türk'' (Türkler'in Soy Kütüğü) adlı esere de
    kaydedilmiştir.



    Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşında'ki Anadolu'yu, Ergenekon'a benzeterek aynı adı taşıyan bir kitap yazmıştır.



    Ergenekon Destanı'nda Bozkurt, öteki Türk destanlarında da olduğu gibi,
    ön planda ve baş roldedir. Bu kez Türkler'e yol göstericilik,
    kılavuzluk yapmaktadır.



    Bir rivayete göre Türkler, Ergenekon'dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka
    bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz Bayramı) olarak verir. Öyle
    anlaşılıyor ki, Ergenekon'dan çıkış işlemleri 9 Martta başlamış, 21
    Martta da tamamlanmıştır.



    Destan aşağıda özetlenmiştir:



    Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun
    eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu.
    Yabancı kavimler birleştiler, Türkler'in üzerine yürüdüler. Bunun
    üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar;
    çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı.
    On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.



    Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde
    toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türkler'e hile yapmazsak halimiz yaman
    olur !"



    Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.
    Türkler, ''Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar'' deyip artlarına
    düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı.
    Türkler yenildi. Düşman, Türkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi.
    Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır
    bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak
    ettiler.



    O çağda Türkler'in başında İl Kagan vardı. İl Kagan'ın da birçok oğlu
    vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan)
    adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz
    (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz
    Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar,
    atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan
    kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup
    düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez
    bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru
    göç ettiler.



    Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da
    öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü;
    ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.



    Türkler'in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler,
    yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya
    şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler.
    Derisini giydiler. Bu ülkeye "ERGENEKON" dediler.



    Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu.
    Kayı'nın çok ****** oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma
    çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne
    Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin
    çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar.
    Aradan dört yüz yıl geçti.



    Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a
    sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki:
    "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar
    varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını
    araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında
    kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa
    biz de onunla düşman olalım."



    Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol
    aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir
    madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize
    geçit verir." Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir
    kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü
    odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp,
    yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın
    yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak
    denli yol oldu.



    Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen.
    Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o
    gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler,
    Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde
    Ergenekon'dan çıktılar.



    Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler'in
    bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir
    ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse
    koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak
    bayramı kutlarlar.



    Ergenekon'dan çıktıklarında Türkler'in kaganı, Kayı Han soyundan gelen
    Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler göderdi;
    Türkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi,
    bütün iller Türkler'in buyruğu altına gire. Bunu kimi iyi karşıladı,
    Börteçine'yi kagan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı
    çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört
    bir yana egemen kıldılar.



    Türk Beğleri, Ergenekon'dan Çıkış Gününü Kızgın Demir Döğerek Kutluyorlar.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:35 am

    Türeyiş Destanı
    Asya
    Büyük Hun Devleti ile Kök Türk Devleti arasındaki dönemde Orta Asya'da
    yaşayan Türkler'e Çinliler, Kao-çı derlerdi. "Kao-çı" sözü Çince'de
    "yüksek tekerlekli arabası olan" demektir. Kao-çı'lara Çinliler,
    T'ieh-le adını da verirlerdi. T'ieh-le kelimesi, Türkçe Töles sözünün
    Çin ağzına uydurulmuş biçimidir. Töles Türkleri, Kök Türk Devleti'nin
    çekirdeğini oluşturan Türk boyudur.

    Çin kaynaklarına göre, Tölesler'in (ve öteki Türkler'in) türküleri kurt
    ulumasını andırırdı; çünkü yine aynı kaynaklara göre onların ataları
    kurt idi. Çinlilerin sözünü ettikleri kurt ulumasına benzeyen
    türküler, Türkler'in zamanımızda da söylemekte olduğu "uzun hava,
    bozlak, maya" türündeki halk ezgileri olsa gerektir.

    Kimi kaynaklar Töles ve Kao-çı kelimelerini yalnızca Uygur Türkleri ile
    özdeşleştirirler. Ama yukarıda da belirtildiği gibi Töles adı, Büyük
    Hun Devleti ile Kök Türk Devleti arasındaki dönemde Türkler'e verilmiş
    ortak bir addır. Dolayısıyla Tölesler, Uygur Türkleri'nin ataları
    olduğu gibi Oguz, Karluk, Kıpçak vs bütün Türk boylarının da
    atalarıdır. Ayrıca, tarihi araştırmalara göre, Uygurlar ile Oguzlar
    aynı boy kökeninden gelirler. İleriki dönemlerde Uygur ve Oguz diye
    ikiye ayrılmışlardır. Zaten, Türk topluluklarına bir bakıldığında tip
    bakımından Oguzlar (bugünkü Türkmenler, dolayısıyla Azeriler, Anadolu
    Türkleri ve öteki Ön Asya Türkleri) ile Uygurlar'ın birbirlerine çok
    yakın oldukları görülür. Ayrıca eski tarihi kayıtlarda Oguz ve Uygur
    adlarının hep birlikte yer aldığı görülür (Tokuz Oguz-On Uygur).

    Bunun yanında, Eski Türkler'in boy adları sistemi ile bizim
    zihnimizdeki ad kavramını birbirine karıştırmamak gerekir. Eski
    Türkler'de boy adları geleneksel ve kalıcı değildi; izafi bir nitelik
    taşırdı. Türk boyları tek bir boy çatısı altında bir bodun olarak
    birleşirler ve yeni bir adla ortaya çıkarak bir devlet ya da siyasi
    bir oluşum kurarlardı. Zamanla bu siyasi oluşum dağılır ve oluşumu
    oluşturan boylar yeni bir adla ortaya çıkarak, bir başka siyasi oluşum
    kurarlardı. Bu hal, böylece devam ederdi. Yani boy adları geçici ve
    izafi idi. Zaten, bunun aksi iddia edilecek olursa her Türk devletinin
    yıkılışında ve her boy oluşumunun dağılışında, bu halkların ortadan
    yok olduklarını kabul etmek gerekir. E bu adamları uzaylılar da
    kaçırmadığına göre, tarihte rastlanan Ting-Ling, Töles, Türgiş, Usun,
    Hun, Abar, Sabar.....vs gibi Türk boyları nereye gittiler. Yanıtı çok
    basit; uğradıkları bir yıkım (savaş, baskın, kıyım, göç vb) ya da
    siyasi dağılmadan sonra yeni bir ad ve yeni bir oluşumla yeniden tarih
    sahnesine çıktılar.

    Sonradan Kök Türk ve Uygur devletlerini kuracak olan Töles adındaki bu
    Türk topluluklarının en yakın komşuları olan Çinlilerin kaynakları,
    onların kökenlerini kurda bağlayan bir efsane Saptamış ve tarih
    kayıtlarına geçirmişlerdir. Şimdi bu efsaneyi, yukarıdaki bilgilerin
    ışığında gözden geçirelim:

    ...Hun kaganlarından birinin çok akıllı iki kızı vardı. Bu kızlar çok
    akılı ve çok güzel idiler. Kızlar o denli akıllı, o denli iyilerdi ki,
    babaları şöyle bir karara vardı: "Ben bu kızları kendim evlendiremem.
    Bunlar o denli iyiler ki, o denli akıllılar ki, bu kızları ancak
    Tanrı evlendirir." Kagan, kızlarını ülkesinin en kuzey ucunda, kişi
    ayağı değmeyen bir yere ***ürüp yüksek bir dağın başına koydu. Kızlar
    bu tepede bekleyedurdular. Aradan epey zaman geçti. Bir zaman sonra,
    tepenin çevresinde yaşlı ve erkek bir Bozkurt göründü. Kurt, tepenin
    çevresinde dolaşmağa başladı ama kızların yanına gitmedi. Kızlardan
    küçük olanı bu durumu görünce kardeşine: "İşte bu kurdu, ikimizden
    birinin evlenmesi için Tanrı gönderdi" dedi ve kurdun yanına doğru
    gitti. Kardeşi gitme dedi ise de onu dinlemedi. Tepeden inerek kurtla
    evlendi. Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu. Bunlara Tokuz Oguz-On Uygur
    (Dokuz Oğuz-On Uygur) denildi. Bu çocukların sesi, Bozkurt sesine
    benzerdi. Çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar. Ve
    Tölesler, bu kız ile kurdun soyundan türediler...

    Dikkat edilirse buradaki kurt, erkektir. Öteki Kök Türk efsanelerinde
    ise kurt, dişidir. Bununla birlikte, Oguz Kagan Destanı'ndaki kurt da
    erkektir. Çin kaynakları, hükümdarın kızlarını bıraktığı yerden "tepe"
    diye bahsetmektedir. Eski Türkler'de "Kutsal Dağ" ve "Gök Dağı"
    inancı büyük bir yer tutardı. Ergenekon da böyle kutsal bir dağın
    ardındaki yurdun adıdır.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:35 am

    Göç Destanı

    Bugün
    Orkun ırmağının kıyısında bir kent kalıntısı ile bir saray yıkıntısı
    vardır ki çok eskiden bu kente Ordu-Balıg denildiği sanılmaktadır. Göç
    Destanı, bu kentteki saray yıkıntısının önünde bulunan anıtlardan
    birinde yazılıdır. Bu yazıtlar, Hüseyin Namık Orkun'a göre, Mogol hanı
    Ögedey döneminde Çin'den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme
    ettirilmiştir.



    Göç Destanı'nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlara göre iki ayrı
    söyleniş biçimi vardır. Bu iki ayrı söyleyiş biçimi birbirine ters
    düşer nitelikte değil birbirini bütünler niteliktedir. İran
    kaynaklarındaki söyleyiş biçimi, tarihsel bilgilere daha yakındır.
    Ayrıca İran söyleyişi, Uygurlar'ın maniheizm dinini benimseyişlerini
    anlatan bir menkıbe niteliğindedir. İran söyleyişi Cüveynî'nin Tarih-i
    Cihangüşa adlı eserinde yer almaktadır.



    Destanda adı geçen Bögü Kagan, MS 8. yüzyılda yaşamış bir Uygur
    kaganıdır. 763 yılında Bögü Kagan, Mani (Maniheizm) dininin
    rahiplerini çağırıp onları dinlemiş ve bu dini Uygur Devleti'nin resmi
    dini olarak kabul etmiştir. Aşağıdaki efsanenin kahramanı olan Bögü
    Kagan, Mani dinini benimseyip yayan bu kagandır. Bögü Kagan'ın Mani
    dinini kabul etmesi, Göç Destanı'nın İran kaynaklarına göre olan
    varyantında anlatılmaktadır. Bu bağlamda efsanenin gerek konu, gerekse
    dayandığı inançlar bakımından Mani dininin ilkelerine dayanması
    gerekirdi. Ancak durum tam olarak böyle değildir. Göç Destanı'nda
    Bozkır Kültürü ağır basmış ve efsanenin ana motifleri Orta Asya ögeleri
    ile donanarak Eski Türk inançları Maniheizm ve Budizm inançlarını
    adeta efsanenin dışına itmiştir.



    Türk destanlarının kuruluşunu ve gelişmesini hazırlayan cihan devleti
    olma ülküsünün Göç Destanı'nda kutsal bir inançla yaşatıldığı görülür.
    Oguz Kagan, Alp Er Tonga (Afrasyab) ve Ergenekon destanlarında
    görülen bu ülkünün Göç Destanı'na da işlenmesiyle, Türk destanlarının
    yapı bakımından belirgin bir bütünlük kazandığı görülür. Türk
    destanlarının ayrı adlarla farklı zamanlarda kurulmuş gibi
    görünmelerine karşın, destanların oluşumunda aynı boyların etkili
    oluşu destanların aynı kaynakta birleştiklerini kanıtlar.



    Çin ve İran kaynaklarınca bir çok kez sözü edilen Göç Destanı ile
    ilgili en önemli kaynaklardan biri İranlı tarihçi Cüveynî tarafından
    yazılmış olan "Tarih-i Cihangüşa" adlı yapıtdır. İkinci önemli kaynak
    da son Uygur hanlarından Temür Buka (Demir Boğa) adına dikilmiş olan
    mezar taşı yazıtıdır. Bu yazıtın metni sonradan özet olarak Çin
    tarihlerine geçmiş ve kimi Avrupalı yazarlar da ikinci elden
    kaynaklardan bu bilgileri özet olarak aktarmışlardır.






    Göç Destanı ile Oguz Kagan Destanı Arasındaki Benzerlikler



    Göç Destanı'nın kahramanı olan Bögü Kagan'ın akınları, Oguz Destanı'nın
    kahramanı Oguz Kagan'ın seferleriyle benzerlik göstermektedir. Oguz
    Kagan Destanı'nın islamî söyleyişinde Oguz Kagan, kuzeybatıdaki
    karanlık ülkelere doğru gittikçe, başları köpek başına benzeyen
    İt-Barak adlı bir kavme rastlar. Oguz Kagan Destanı'nın anlatımına
    göre artık buradan sonra insanoğlunun yaşadığı topraklar bitmekte,
    garip yaratıkların ülkeleri başlamakta idi. Bögü Kagan da akınlarında o
    denli ilerilere gitmişti ki artık elleri ve ayakları hayvanlarınkine
    benzeyen insan türlerine rastlamıştı. Göç Destanı'na göre Bögü Kagan,
    tıpkı Oguz Kagan gibi, Hindistan'ı da ele geçirmişti. Ancak Bögü Kagan
    hakkında destanda geçen bu anlatımlar gerçek tarih olaylarına uygun
    ifadeler değildir. Büyük olasılıkla, bu efsaneyi yazan/söyleyen
    Uygurlar'ın elinde Oguz Destanı ya da Oguz Destanı'na benzer bir
    destan vardı (zaten Oguz Destanı'nın islam öncesine ait versiyonu
    Uygurlar arasında söylenmekte olup yazılı nüshası Uygurlar'dan
    günümüze intikal etmiştir). Uygur Türkleri, Mani dinini kabul edip
    yayan Bögü Kagan'ı, bu eski destana yerleştirmiş ve Göç Destanı'nı
    yaratmışlardır. Göç Destanı'na göre, Balasagun (=Kuz-Balıg) kentini
    kuran da Bögü Kagan'dır. Ancak, tarihî kaynaklara göre Uygur
    Devleti'nin egemenliğinin Isıg-Göl'ün batısına geçmediği de bir
    gerçektir.



    Reşideddin'in Oguzname'sinde (Farsça Oguz destanı) Türk boylarının
    nasıl türediği anlatılırken, Kıpçak Türkleri'nin türeyişinin bir ağaç
    aracılığıyla gerçekleştiği hikaye edilir. Oguzname, Kıpçak
    Türkleri'nin ortaya çıkışını şöyle anlatır:



    Oguz'un çerilerinden birinin karısı gebe kalmış, kocası da savaşta
    ölmüştü. Bu savaş yerinde kadınların doğum yapması yasaklanmıştı.
    Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip ******nu
    doğurdu. Çocuğu Oguz'un yanına getirdiler, durumu ona anlattılar.
    Oguz, ******n adını Kıpçak koydu. Kıpçak, kabuk sözcüğünden çıkmıştır;
    Türk dilinde içi çürümüş ve oyulmuş ağaca derler. Türkler'in
    düşüncesine göre Kıpçak boyları bunun neslinden olmuşlardır.



    J.P.Roux'a göre, Reşideddin'in naklettiği Oguz Kagan Destanı'ndaki
    (Oguzname) ağaç kovuğunda doğum yapan bu kadının ******na Oguz Kagan
    tarafından Kıpçak adının verilmesi, Bögü Kagan Efsanesi'nin yani Göç
    Destanı'nın sonraki bir varyantıdır.



    Göç Destanı'nda, Oguz Kagan Destanı'nın yapısı ve yaşam anlayışı Bögü
    Kagan'ın kişiliğinde yaşatılmıştır. Gerçek tarihte Orta Asya'nın dışına
    çıkmamış olan Uygur kaganları, Göç Destanı'nda bir dünya egemeni
    olarak görülmektedir. Bögü Kagan, Oguz Kagan gibi, bütün seferlerinden
    zaferle döner. Oguz Kagan'ın ilahi ışıklar içinde bulup evlendiği
    kıza karşılık Bögü Kagan'a yedi yıl gelen ve birlikte Kutlu Dağ'a
    gittikleri ilahi kız aynı kaynaktan gelmekte olup Bozkır inançlarına
    göre kız biçimini almış yardımcı bir ruhtur. Oguz Kagan Destanı'ndaki
    Oguz Kagan'ın veziri Uluğ Türk'ün düşüne karşılık, benzer biçimde Bögü
    Kagan ile veziri de bir düş görürler ve bu iki düş de adı geçen
    kaganların devletlerinin geleceğini etkiler.



    Yukarıda sayılan bu benzerliklerin sonucu olarak Göç Destanı'nın
    kuruluşunda Oguz Kagan Destanı'nın etkisi olduğunu rahatlıkla
    söyleyebiliriz. Destanda Asya'ya hatta dünyaya egemen olan bir devlet
    portresinin çizilmesi, Oguz Kagan ve Alp Er Tonga (Afrasyab)
    destanlarındaki geleneğin ve Türkler'in yaşam anlayışının Göç
    Destanı'na işlenmiş olmasından ileri gelmektedir. Fakat Göç Destanı
    ile Oguz Kagan Destanı arasındaki bu benzerliklere karşın Göç Destanı,
    Oguz Kagan Destanı kadar görkemli bir destan değildir.



    Aşağıda Göç Destanı'nın iki ayrı söyleyiş biçimine de yer verilmiştir.
    Önce Çin kaynaklarına göre, daha sonra da İran kaynaklarına göre olan
    Göç Destanı'nı bulacaksınız.



    Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı



    Uygur ülkesinde, Togla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde
    Kumlançu denilen bir tepe vardır. Bu tepenin adına Hulin dağı denirdi.
    Hulin dağında birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Bu ağaçlardan
    biri kayın ağacı idi. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökten bir mavi
    ışık düştü. İki ırmak arasında yaşayan kişiler bu ışığı gördüler,
    ürpererek izlediler. Kutsal bir ışıktı bu; kayın ağacının üzerinde
    aylar boyu kaldı. Kutsal ışığın kayın ağacının üzerinde kaldığı süre
    içinde ağacın gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Ağaçtan, çok güzel
    türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesine değin
    bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.



    Bir gün, ağacın gövdesi birdenbire yarılıverdi. İçinden beş küçük
    odacık görünümünde beş küçük çadır çıktı. Her odacığın içinde bir
    çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üzerinde asılı birer emzik vardı;
    onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal
    çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.



    Çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ondan sonrakinin Kotur Tigin,
    üçüncüsünün Tükel Tigin, dördüncüsünün Or Tigin, beşinci ve en
    küçüğünün adı da Bögü Tigin idi. İnsanlar, bu beş ****** Tanrı'nın
    gönderdiğine inandılar. İçlerinden birini kagan yapmak istediler. Bögü
    Tigin ötekilerden daha güzel, daha yiğit, daha akıllı idi. Halk, Bögü
    Tigin'in hepsinden üstün olduğunu anladı, onu kagan seçti. Bögü Han,
    büyük bir törenle tahta çıktı. Kendisinden sonra gelen otuzdan fazla
    soyu da Uygurlar'ın başında kaldı.



    Yıllar yılları kovaladı. Bir gün geldi, Yolun Tigin Uygurlar'a kagan
    oldu. Yolun Kagan'ın Kalı Tigin adında bir oğlu vardı. Yolun Kagan,
    oğlu Kalı Tigin'e çin konçuylarından (=prenseslerinden) Kiu-Lien'i eş
    olarak almayı uygun gördü. Kalı Tigin ile Kiu-Lien evlendiler.



    Evlilikten sonra Kiu-Lien, sarayını Kara-Kurum'daki Hatun Dağı'nda
    kurdu. Hatun Dağı'na "Gök Ruhlarının Dağı" adı da verilirdi. Hatun
    Dağı'nın çevresinde daha bir çok dağ vardı. Bu dağlardan biri Tanrı
    Dağı idi. Tanrı Dağı'nın güneyinde de Kutlu Dağ bulunmaktaydı. Kutlu
    Dağ, koca bir kaya parçası idi.



    Günlerden bir gün Çin elçileri, yanlarında falcılarla birlikte
    Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Çin elçileri ile falcılar aralarında
    konuşup şöyle dediler.



    "Türk ülkesinin tüm varlığı, bütün mutluluğu Kutlu Dağ denilen bu kaya
    parçasına bağlıdır. Türkler'i yıkmak istiyorsak bu kayayı ellerinden
    almalıyız."



    Elçiler aralarında böyle konuşup anlaştıktan sonra Kalı Kagan'a gittiler. Ona dediler ki:



    "Siz bizim bir konçuyumuzla evlendiniz. Bizim de sizden bir dileğimiz
    olacak. Kutlu Dağ'ın taşları sizin saygıdeğer ülkenizce
    kullanılmamaktadır. Sizin yerinize biz bu taşları değerlendirelim."



    Yeni kagan, bu isteği yerine getirdiğinde sonucun nereye varacağını
    düşünemedi; Çinliler'in isteğini kabul etti. Böylece yurdun bir parçası
    olan kayayı onlara verdi. Oysa Kutlu Dağ kutsal bir kaya idi. Türk
    ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı; kutsal taş Türk yurdunun
    bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu. Tılsımlı kaya düşmana verilirse
    bu bütünlük parçalanacak, Türkler'in tüm mutluluğu yok olacaktı. Kagan
    bu kutsal kayayı Çinliler'e verdi. Ama kaya, kolay kolay sökülüp
    ***ürülecek gibi değildi. Bunu gören Çinliler kayanın çevresine odun
    kömür yığdılar, kayayı ateşe vurdular. Kaya iyice kızınca üstüne sirke
    döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine
    ***ürdüler.



    İşte, ne olduysa o zaman oldu. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu, bütün
    hayvanı dile geldi; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine
    duydukları acıyı anlattılar, ağladılar. Yedi gün sonra günahı
    bağışlanmaz düşüncesiz kagan öldü. Ne var ki, kaganın ölümüyle de ülke
    felaketten kurtulamadı. Bir Çin konçuyu (=prensesi) uğruna
    çekinilmeden bağışlanan yurdun kayası, Türkeli'nin felaketine neden
    oldu. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu.
    Göllerin suyu buğulaştı, uçup gitti. Topraklar kurudu, ürün vermez
    oldu. Yolun Kagan'dan sonra başa geçen kaganlar da arka arkaya
    öldüler.



    Günlerden sonra Türk tahtına Bögü Kagan'ın torunlarından biri oturdu. O
    zaman yurtta canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk
    alan-almayan her ne varsa bir ağızdan "Göç!... Göç!..." diye
    çığrışmağa başladılar. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe
    kalmış bir çığrışmaydı bu. İnlemelere yürek dayanmıyordu.



    Uygurlar bu çığrışmaları bir ilahî buyruk bildiler. Toparlandılar, yola
    koyuldular. Yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç
    ettiler.



    Sonunda adına Turfan denilen bir yere geldiler. Burada sesler kesildi.
    Uygurlar bu yere kondular, beş kent kurup yerleştiler. Adını da
    Beş-Balıg koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.






    İran Kaynaklarına Göre Göç Destanı



    Uygur ülkesinde Kara-Kurum çaylarından iki ırmak vardır. Bunlardan
    birine Togla, birine de Selenge adı verilirdi. Bu sular akarak
    Kamlançu'da birleşirlerdi. Bu iki ırmağın arasında iki ağaç vardı. Bu
    ağaçların biri fusuk, biri tur ağacı idi. Bunların yaprakları, yaz ya
    da kış olsun, dökülmezdi. Bu iki ağaç, iki dağın arasında yetişip
    büyümüştü.



    Bir gün bu iki ağacın arasına gökten bir ışık indi. İki yandaki dağlar
    yavaş yavaş büyümeğe başladı. Halk şaşırmıştı. İçlerinde büyük bir
    saygı duyarak oraya yaklaştılar. Ağaçların yanına vardıklarında
    kulaklarına çok tatlı ve güzel ezgiler gelmeğe başladı. Her gece
    buraya bir ışık inmeğe ve ışığın çevresinde otuz kez şimşek çakmağa
    başladı. Bir gün insanlar burada ayrı ayrı kurulmuş beş çadır
    gördüler. Çadırların her birinde bir çocuk oturuyordu. Her ******n
    karşısında da onları doyurmağa yetecek denli süt dolu emzikler asılı
    idi. Çadırın tabanı baştan ayağa gümüş ile döşenmişti.



    Bütün boyların beğleri ve halkı bu garip işi görmek için kalkıp
    geldiler. Manzarayı görünce saygı ile diz çöktüler, selam verdiler.
    Çadırlara girdiler, çocukları alıp dışarı çıktılar. Beslenip
    büyütülmeleri için çocukları süt analarına, dadılara verdiler.
    Çocuklar büyüyüp konuşmağa başlayınca Uygurlar'a ana babalarını
    sordular. Uygurlar, o iki ağacı gösterdiler. Çocuklar ağaçları
    görünce, bir ******n babasına gösterdiği saygıyı gösterdiler;
    ağaçların karşısında diz çöktüler, yeri öptüler. Bunun üzerine ağaçlar
    dile geldi ve şöyle dedi:



    "Güzel huy ve iyi özelliklerle bezenmiş çocuklar böyle olurlar, ana
    babalarına saygı gösterirler. Ömrünüz uzun, adınız büyük, ününüz sürekli
    olsun."



    Çevrede yaşayan bütün kavimler bu çocuklara hükümdar oğullarıymış gibi
    saygı gösterdiler. Kente dönünce, çocukların her birine bir ad
    koydular. En büyüğünün adı Sungur Tigin, ikincisinin adı Kotur Tigin,
    üçüncüsünün adı Tükel Tigin, dördüncüsünün adı Or Tigin, beşincisinin
    adı da Bögü Tigin oldu. Çocukların doğuşundaki kutsal durumu görenler,
    bunlardan birinin kagan seçilmesi kararına vardılar.



    Çocuklar arasında Bögü Tigin güzelliği, boyu posu, sabrı, iradesi,
    ileri görüşlülüğü bakımından öbürlerinden önde idi. Ayrıca, bütün
    milletlerin dillerini, yazılarını biliyordu. Herkes onun kagan
    seçilmesi kararında birleşti. Bögü Kagan, büyük bir törenle tahta
    oturdu. Bögü Kagan, ülkeyi adaletle yönetmeğe başladı; adamları,
    mâiyeti, çerileri (=askerleri), atları gittikçe çoğalmağa başladı.
    Egemenlik süresi içinde Bögü Kagan'a üç karga yardım etti. Bu kargalar
    dünyanın bütün dillerini bilmekteydiler. Nerede bir olay olursa Bögü
    Kagan'a bildirirlerdi.



    Bir gece Bögü Kagan uyurken, penceresinin önünde bir kız hayali
    belirdi, onu uyandırdı. Bögü Kagan ürktü, kızı görmemiş gibi davrandı,
    kendisini uykuda imiş gibi gösterdi. İkinci gece kız yine geldi. Bögü
    Kagan, yine görmüyormuş gibi yaptı, kendisini uykuda gösterdi. Sabah
    oldu. Kagan, vezirine danıştı. Üçüncü gece kız yine geldi. Bögü Kagan,
    vezirinin öğüdüne uyarak kızı alıp Ak-Dağ'a gitti. Bögü Kagan ile kız
    bu dağda gün doğana değin konuştular. Yedi yıl, altı ay, yirmi iki
    gün her gece kız, Bögü Kagan'a geldi; her gece konuştular.
    Ayrılacakları gece kız, Bögü Kagan'a şöyle dedi:



    "Doğudan batıya değin tüm dünya senin buyruğun altına girecektir. İşlerini sıkı tut, iyi çalış."



    Ertesi gün Bögü Kagan ordularını topladı. 300.000 çerisini Sungur
    Tigin'in komutasına verdi; onu Mogol ülkelerine akına gönderdi.
    100.000 çerisini Kotur Tigin'in komutasına verdi; onu Tankut ülkesine
    gönderdi. Tükel Tigin'i Tibet yönüne gönderdi. Kendisi de 300.000
    çerisi ile Hıtay'a (=Çin'e) yöneldi. Or Tigin'i ise kendi yerinde
    kagan vekili olarak bıraktı. Bögü Kagan'ın ordularının hepsi
    zaferlerle geri döndüler. Getirdikleri mallar, paralar, ganimetler
    sayılamayacak kadar çoktu. Bögü Kagan, Orkun Irmağı'nın kıyısında
    Ordu-Balıg adında bir kent kurdurdu; Ordu-Balıg'ı kendine başkent
    yaptı. Doğudaki bütün ülkeler Bögü Kagan'ın buyruğu altına girdi.



    Bögü Kagan bir gece bir düş gördü. Düşünde ak giysilere bürünmüş,
    başında ak bir şerit, elinde de çam kozalağı büyüklüğünde Yada taşı
    olan bir yaşlı kişi vardı. Yaşlı kişi Bögü Kagan'a yaklaştı, Yada
    taşını Bögü Kagan'a verdi ve şöyle dedi:



    "Bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağını milletinin buyruğu altına alırsın."



    O gece Bögü Kagan'ın başveziri de aynı düşü görmüştü. Bögü Kagan uyanır
    uyanmaz ordularını topladı. Batı yönüne sefere çıktı. Gide gide
    Türkistan'a vardı. Burada çayır çimenle döşenmiş, gürül gürül akan
    suları olan bir yere rastladı. Burada oturmağa karar verdi. Balasagun
    kentini kurdu. Bögü Kagan'ın orduları dört bir yana yayıldılar, bütün
    milletleri egemenlik altına aldılar. Yeryüzünde Türkler'in karşısında
    duracak kimse kalmadı.Türk orduları o denli ilerlemişlerdi ki acayip
    biçimli insanlara rastladılar. Bunların elleri, ayakları tıpkı
    hayvanlarınkine benziyordu. Bu yaratıkları görünce artık bundan sonra
    insanların bulunmadığını anladılar, geri döndüler.



    Daha sonra Uygurlar'ın buyruğuna giren hükümdarlar birer birer
    geldiler, Bögü Kagan'a bağlılıklarını ve saygılarını sundular.Bunlar
    arasında Hint hükümdarı çok çirkindi. Bunun için Bögü Kagan, bu
    hükümdarı katına kabul etmedi. Bögü Kagan yapılan törenden sonra
    hükümdarlara, kendi ülkelerine dönmelerini ve kendi bölgelerini
    yönetmelerini buyurdu. Bu hükümdarların Bögü Kagan'a ne kadar vergi
    verecekleri de ayrıca bir toplantı ile karar altına alındı. Artık
    yeryüzü zapt edilmiş, Bögü Kagan'ın karşısında duracak kimse
    kalmamıştı. Bögü Kagan geri dönmeğe karar verdi, yurduna geldi.



    O çağda Uygurlar'ın din adamlarına "kam" denilirdi. Kamlar cinlere
    hükmederler, onlara istediklerini yaptırırlardı. Türkler ile Mogollar
    kamlara çok önem verirlerdi. Bir işe başlamak için kamlara danışırlar,
    ona göre davranırlardı. Hastalarına da kamlar bakardı. Kamların en
    güçlü oldukları zaman, iyi ve kötü ruhlarla bağ kurdukları, onlarla
    konuştukları günlerdi.



    Bögü Kagan çağında Uygurlar Çin kaganına elçiler gönderdiler,
    kendilerine Nom kitaplarından anlayan ve adlarına Tüvinyan denilen din
    adamlarını göndermesini istediler. Nom, Çinliler'in din kitaplarının
    adıydı. Çinliler, bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına
    inanırlardı.



    Çin ülkesinden Nom yöntemlerini bilen kişiler geldiler. Bunlar kamlarla
    oturup konuştular, kendi din kitaplarını gösterdiler, onlarla
    tartıştılar. Kamlar tartışmayı yitirdi. Bu tartışmadan sonra Uygurlar
    Çin'den gelen yeni dini kabul ettiler (bu din Maniheizm'dir).
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:36 am

    Satuk Buğra Han Destanı

    Hz.
    Muhammed kanatlı atı Burak'ın sırtında göklere yükseldiği "Mirâc
    Gecesinde" gök katlarında kendinden önceki peygamberleri görür. Bunlar
    arasında birini tanıyamaz ve Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar.
    Cebrail : " Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra
    dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin dininizi yayacak
    olan bu ruh "Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını alacaktır." Hz.
    Muhammed yeryüzüne döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk ülkesine
    yayacak olan bu insan için dua etti. Hz. Muhammed'in arkadaşları da bu
    ruhu görmek istediler. Hz. Muhammed dua etti. Başlarında Türk
    başlıkları bulunan silâhlı, kırk atlı göründü. Satuk Buğra Han ve
    arkadaşları selâm verip uzaklaştılar. Bu olaydan üç asır sonra Satuk
    Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu olarak dünyaya geldi. Satuk Buğra
    Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler,
    çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu ******n büyüyünce müslüman
    olacağını söyleyerek öldürülmesini isterler. Satuk Buğra Hanı, annesi
    : " Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden kurtarır.



    Satuk Buğra Han 12 yaşında arkadaşlarıyla birlikte ava çıkmağa başlar.
    Avda oldukları günlerden birinde kaçan bir tavşanın arkasından hızla
    koşarken arkadaşlarından uzaklaşır. Kaçan tavşan durur ve bir ihtiyar
    insan görünümü kazanır. Satuk Buğra Han'ın sonradan Hızır olduğunu
    anladığı bu yaşlı kişi ona Müslüman olmasını öğütler ve islâmiyeti
    anlatır. Satuk Buğra, Kaşgar hükümdarı olan amcasından islâmiyeti
    kabul etmesini ister. Kaşgar Hanı, müslüman olmayacağını söyler. Satuk
    Buğra Han'ın işaretiyle yer yarılır ve hükümdar toprağa gömülür.
    Satuk Buğra Han hükümdar olur ve bütün Türk ülkeleri onun idaresinde
    islâmiyeti kabul ederler. Satuk Buğra Han, ömrünü müslümanlığı yaymak
    için mücadele ile geçirmiştir. Menkabelere göre Satuk Buğra Han'ın
    düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılıcı varmış ve savaşırken
    etrafına ateşler saçıyormuş. 96 yaşında Tanrıdan davet almış bu
    sebeble Kaşgar'a dönmüş ve hastalanarak burada ölmüştür.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:36 am

    ER MANAS DESTANI

    Destan hakkında kısa bilgi:



    Bu muhteşem Türk Destanının tamamı 400.000 mısradır. Bir Kırgız
    destanıdır. Müslüman Kırgızlarla Putperest Kalmuklar arasında
    mücâdeleleri anlatır. Bununla beraber Manas Destanının dokuzuncu
    yüzyılda, Kırgızların Yenisey Kıyılarında devlet kurmağa başladıkları
    sırada oluşmuş olduğunu ileri süren ilim adamları da vardır.



    Manas'ın, tarihte gerçekten var olduğunu gösterir izler görülememiş ise
    de, Kırgız-Kalmuk mücadelelerinde göz doldurmuş bir Kırgız yiğidinin,
    belki de bir Kırgız Beğinin adı ve yiğitliği ile bu destana konu
    olduğunu düşünebiliriz.



    Manas Destanı, Kırgızların bir bakıma ansiklopedisi gibidir. Manas
    Destanında Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini,
    inanışlarını, görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini,
    masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür.



    Manas Destanının bütününü söyleyenlere Manasçı, bir kısmını
    söyleyenlere Ircı denilir. Manasçılar, destanı anlatırken kendi
    zamanlarının etkisi altında kaldıkları olaylar ile kendi duygu ve
    düşüncelerini de ustaca katmışlardır.



    Manas Destanına ilk defa, Kazak-Kırgız yöneticisi olan Rus aslından
    Franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof 1856 yılında
    destanı dinlemiş fakat destanın en uzun parçasını Radloff yazıya
    geçirerek 1885te yayınlamıştır.



    Destanın en önemli bölümlerini Manas, Manas'ın oğlu Se****y, Manas'ın
    torunu Seytek, Colay ve Töştük'ün hikâyeleri teşkil etmektedir. Colay
    ve Er Tostuk hikayeleri ile ilgili bölümlerin Colay adında bir
    Manaş'çıdan derlendiği sanılmaktadır.



    Destanın bölümlerine göre özeti:



    1) Yeditör adını taşıyan yerde Boyun Han oturmaktadır. Boyun Hanın oğlu
    Kara Han ve onun oğlu Çakıp Han (Yakûp Han) adıyla anılır. Çakıp Han,
    Alma Ata ırmağının gözesinde, Sungur Yuvası denilen yerde
    yerleşmiştir; Çakıp Han'ın hiç ****** yoktur. Bir gün Tanrıdan bir
    oğlan çocuk ister, onun yiğitler yiğidi olmasını diler. Tanrının izni
    ile bir oğlu olur. Oğlu olduğu için de Tanrıya güzel bir kısrak kurban
    eder. Dört Peygamber gelip çocuğa ad kor, adına Manas, der.



    Manas dile gelir, babasına: "Ben İslâm yolunu açacağım, inanmayanların
    malını yağmalayacağım" deyince Çakıp Han, çok eski arkadaşı olan
    Bakaya haber gönderir çağırır. Baka gelince Manas'ın söylediklerini
    Ona nakleder, bu söz üzerine Baka: "Pek güzel söz" der: "Hemen
    atlanalım, Çin'e akın edelim, Pekin yolunu bozalım!"



    Dediği gibi yaptılar.



    Çakıp Han'ın oğlu genç Manas ise on yaşına gelince ok attı, on dört
    yaşına basınca Hân Evini basıp yıktı, Hân oldu. Kâşgar'dan bütün
    Çinlileri sürüp Turfana tıktı, Turfandaki Çinlileri sürdü, Aksu'ya
    attı.



    2) Kalmuk Han'ın oğlu Almambet'in Müslüman oluşu, Er Kökçe'ye sığınışı, Er Kökçe'den de ayrılıp Manasa gelişini anlatır:



    Yerin yer suyun su olduğu çağda... altı atanın oğlu gavur, üç atanın
    oğlu Müslüman idi. O zaman Kara Han'ın oğlu Amambet doğdu, hemen
    büyüdü ve Müslüman oldu. Babasını Müslüman olmadığı için öldürdü,
    kaçıp geldi müslüman beylerinden Er Kökçe'ye sığındı. Er Kökçe'nin
    kırk yiğidi vardı. Bu kırk yiğit, Beylerinin bu Kalmuklu'ya,
    Almambet'e çok iltifatlar edip onu yanından ayırmadığını görünce
    kıskandılar, kıskanınca da Almambet hakkında dedikodular çıkarıp
    yaydılar. Bu yüzden Almambet ile er Kökçe Bey'in arası bozuldu.



    Almambet kalkıp Manas'ın Bey evine geldi.



    Manas da Almambet'i büyük iltifatlarla karşıladı. Manas, Almambet'i çok sevdi.



    3) Manas ile Er Kökçe'nin savaşmasını anlatır:



    Manas'ın çerileri Er Kökçe'nin ilini yağma ederler. Savaşta Er Kökçe
    yenilir. Ardından Çakıp Han, oğlu Manas'ı evlendirmek ister. Kız aramağa
    başlar. Temir Hanın kızı olan Kanıkey'in, Manas'a uygun bir evdeş
    olduğunu sağlık verirler. Temir Han da kızını Manas'a vermek
    istemektedir. Fakat Temir Hanın baş danışmanı bu evlenmeye engel
    olmağa çalışır. Bu yüzden düğün esnasında kavgalar olur, ucu savaşa ve
    yağmaya varır. Sonunda baş danışman Mendibay Manas'ı zehirler Manas
    ölür. Manas'ın ölümü ailesini yoksulluğa, sıkıntıya ve felâkete
    düşürür. Atı, doğanı ve köpeği mezarının başında ağlarlar; Manas'ın
    canını bağışlaması için Tanrıya yalvarıp yakarırlar. Manas'ın kırk
    yiğidi vardır ama hepsi de beğlerini unuturlar. Tanrı, Manas'ın
    hayvanlarının bu bağlılığı karşısında onların duasını kabul eder;
    Manas dirilir. Eskisi gibi, eskisinden daha güçlü bir şekilde iline ve
    töresine hizmet eder.



    4) Kökütey Han'ın yas törenini anlatır:



    Kökütey Han hastalanır. Son nefesini vermeden önce vasiyetini yapar.
    Ardından da ölür. Kökütey Han'ın ölümü üzerine komşu milletlerden yas
    töreni için çağırılanlar olur; herkes gelir. Büyük bir yuğ töreni
    yapılır. Törenin biteceğine yakın konuklar arasında bir kavga başlar,
    sonu savaşa varır. Manas ile Müslüman olmayan Colay Han arasında süren
    savaş uzayıp gider.



    5) Göz Kaman'ı anlatır:



    Çakıp Han'ın, küçükken Kalmuklara esir düşen ve Moğolistan'a ***ürülüp
    orada büyütülen Göz Kaman adlı bir kardeşi vardır. Göz Kaman
    Moğolistan'da, Kalmuklar arasında büyütülüp orada bir Kalmuk kızıyla
    evlendirilir; beş oğlu olur; bir gün oğullan ile birlikte asıl yurduna
    döner. Kalmukça konuşmaktadır.



    Manas, hem amcasını hiç görmediği ve o güne kadar tanımadığı, hem de
    amcası Kalmukça konuştuğu için onu casus zanneder: yakalayıp zincire
    vurur. Bunları yaptıktan sonra böyle bir amcası olup olmadığını
    anlamak için babasına haber gönderir. Colay Han haberi alınca sevinir
    ve kardeşini hoş tutması için oğluna emir verir. Fakat Manas'ın annesi
    ile karısı da Göz Kaman'dan hoşlanmamışlar hele Kalmukça konuşmasını
    büsbütün yadırgamışlardır. Bu yüzden birlik olup hep beraber Çakıp
    Hanın buyruğunu hiçe sayarlar. Yalnız Manas babasının buyruğunu
    dinleyip amcasına iyi davranır, hatta amcası ve oğullan için büyük bir
    şölen verir. Fakat Göz Kaman'ın oğullan bu şölende bir kavga çıkarıp
    Manas'ı döverler.



    Manas, Kalmuklara karşı sefere çıktığında amcasının oğullan Kalmukça
    bildiği için onlardan yararlanmak ister. Gökçegöz'ü Kalmuklara casus
    olarak gönderir. Gökçegöz Kalmuklar tarafına geçer geçmez Manas'a
    ihanet eder. Manas bunun üzerine Almambet'i gönderir. Almambet'in
    yardımıyla Manas savaşı kazanır. Bir çok ganimetler alır, dönerken
    yarı yolda Gökçegöz ile karşılaşırlar Gökçegöz Manas'ı, kırk yiğidi
    ile birlikte zehirler. Kırk yiğit ölür. Manas'ı, karısı Kanıkey
    kurtarır. Mekke'den erenler gelir, Kanıkey'e yardım ederler.


    Manas iyi olur olmaz Mekke'ye gider; dua edip Tanrıya yalvararak kırk yiğidinin dirilmesini sağlar. "



    6) Semetey'in doğumunu anlatır.



    Manas artık ihtiyarlamıştır.



    Ak atı halsiz düşmüş zayıflamıştır.



    Manas kırk yiğidini yanına çağırır. Ölümünden sonra doğacak olan oğluna iyi bakmaları için vasiyet eder.



    Ve Manas ölür.



    Manas için büyük bir yuğ töreni yapılır, yas tutulur.



    Çakıp Han Kanıkey'e haber göndererek Manas'ın kırk yiğidinden biri olan
    Abeke'ye Onu beğenmezse Köbeş'e varıp evlenmesini buyurur. Kanıkey'in
    doğumu yakındır:



    - Kızım olursa dediğini tutar evlenirim, gel gelelim oğlum olursa
    evlenmek şöyle dursun ne Abeke'nin suratına ne de Köbeş'in yüzüne
    bakarım, diye cevabını gönderir.



    Kanıkey'in bir oğlu olur. Dediğini yapıp kimseyle evlenmez. Ötekiler
    Kanıkey'in oğlunu öldürmek isterler. Bunu öğrenen Kanıkey oğlunu alıp
    babası Temir Han'ın ülkesine kaçar. Yolda türlü sıkıntılar çeker,
    başına gelmedik kalmaz". Sonunda Temir Hanın ülkesine varır, Bey Evine
    ulaşır.



    Temir Han kızına ve torununa kavuşunca pek çok şölenler verir. Torununa
    ad konulması için bütün il halkını toplar fakat çocuğa kimse bir ad
    bulup da koyamaz. Ansızın, nerden geldiği bilinmeyen aksakallı bir
    ihtiyar görünür, uzun uzun dualar eder; Temir Han'ın torununa Semetey
    adını verir.



    Semetey büyür. Baba yurduna dönmek ister. Yola çıkacağı sırada annesi Kanıkey:



    -Baka'ya selam söyle, ne söylerse sözünü tut, dışına çıkma, diye tenbih eder.



    Semetey, baba ocağına döner. Çakıp Han sağdır; torunu Semetey'in,
    annesine yapılan eziyetlerin acısını çıkaracağını, öç alacağını
    sanarak korkar. Bu yüzden Semetey'i zehirlemeğe karar verir. Kararını
    uygulayacağı sırada durumu öğrenen Semetey hem Cakıp Hanı, hem de
    Abeke ve Köbeş'i öldürür.



    7) Semetey'in baba ocağına yerleştikten sonrasını anlatır:



    Semetey, baba ocağına dönüp öz yurduna yerleştikten sonra, Kalmuklar
    üstüne akınlar yapmak için hazırlıklara başlar. Babasının, hayatta
    kalan kırk yiğidini çağırıp toplar. Der ki:



    - Akın yapmamız gerek; at sürüleri ve ganimet almamız gerek!



    Bu sözden sonra sefere çıkar.



    Fakat kırk yiğit, kendi aralarında toplanıp konuşurlar:



    - Bizden öncekiler yetmiş yaşına vardı; bizden sonrakiler altmışına
    ulaştı. Biz, bu Semetey'in babasına hizmet ettik, şimdi de oğluna
    hizmet edeceğiz, ihtiyarladık artık. Semetey, bizi bu ihtiyar
    hâlimizde yüce dağ başlarından aşırmak diler, çağlayanlı sulardan
    geçirmek diler; bizi öldürmeğe kastetmiştir, dönelim! dediler.



    Semetey'in buyruğunu dinlemediler, geri döndüler, kaçtılar.



    Semetey, babasından kalma kırk yiğidin ardından yetişip onlara tatlı söz söyledi, alttan alıp yalvardı.



    Semetey, onca sözden sonra babasından kalma kırk yiğide söz geçiremeyince onları öldürür.



    Bu arada, Acubey ile Almambet'in birer oğulları olmuştur. Semetey, bu çocukları kendisine kardeş edinir.



    Birinin adını Kançura ötekinin adını Külçura koyup öyle çağırır.



    Kançura ile Külçura da büyürler. Büyüyünce Semetey'e hizmet etmeğe
    başlarlar. Bir gün gelir, Semetey, Kançura ile Külçura'ya, Akın Han'm
    kızı Ay Çürek'i evlenmek üzere kaçırmak istediğini söyler ve onlardan
    bu iş için hizmet ister. Bunun için de Akın Han'ın ülkesine sefere
    çıkılması gerektiğini anlatır. Dediklerini yaparlar, Ay Çürek'i
    kaçırırlar. Gel gelelim Ay Çürek'in bir de nişanlısı vardır ki Kökçe
    oğlu Ümetey dîye bilinmiştir. Bu Kökçe oğlu Ümetey, Ay Çürek'in
    kaçırılışını kendisine yediremez. O da karşılık olarak Semetey'in
    sürülerini yağmalar. Bunun üzerine aralarında bir savaş başlar.
    Birbirlerini karşılıklı olarak yağmalayıp dururlar. Sonunda Semetey,
    Kökçe oğlu Ümetey'e barış teklif eder. Savaştan yorulan Ümetey de bunu
    kabul eder.



    Ümetey'le yaptığı barıştan biraz rahatlayan Semetey, başka bir sefere
    çıkmak için hazırlandığı sırada bir düş görür. Düşünü karısı Ay
    Çürek'e anlatır. Ay Çürek düşü yorumlayıp:



    - Sen bu sefere çıkma, der. Çıkarsan başına bir felâket gelecek.



    Fakat Semetey inatçıdır. Boş sözlere kulak asacak türden değildir. Karısının düşünü yorumlamasına karşılık:



    - Düş dediğin şey saçmalıktır!., diye karşılık verdi.



    Böyle demesine rağmen, düşünün hayra yorulması için de babasının ruhuna
    en iyi kısraklarından birini kurban eder. Arkasından Er Kıyas'ın
    ülkesine akın başlar.



    Akının en kızışmış zamanında Almambet'in oğlu Kançura, Semetey'e ihanet
    eder ve onu yakalayıp Er Kıyas'a ***ürür. Semetey'e ihanet etmeyen
    Külçura'yı da köle olarak kullanırlar.



    Bu sırada Ay Çürek bir oğlan çocuk doğurmuştur. Ay Çüreğin bir oğlan
    ****** doğurduğunu duyan Er Kıyas, ****** yaşatmak istemez. Öldürtmeğe
    çalışır. Oğlunu kurtarmak isteyen Ay Çürek Er Kıyası korkutur:



    - Eğer sen benim oğlumu öldürtürsen ben de seni babam Akın Han'a şikâyet ederim, ülkeni alt üst ettirir öcümü alırım, der.



    Er Kıyas korktuğu için ****** öldürtmeyip kendine evlât edinerek
    yanında alıkoyar. Halkını toplayıp çocuğa ad koymak ister. Fakat kimse
    bir ad bulamaz. Aksakallı Aykoca derler bir ihtiyar vardır, sonunda o
    gelir, Ay



    Çürek'in oğluna Seytek adını verir.



    Seytek de büyür, delikanlı olur, yiğit olur. Külçura'yı koruyup
    kölelikten kurtarır. Er Kıyas öldürülür. Bunlardan sonra Seytek baba
    yurduna, öz ocağına döner. Babasına ihanet eden Almambet'in oğlu
    Kançura, Seytek'in baba yurduna Bey olmuştur. Üstelik Seytek'in
    babaannesi Kanıkey'e koyun güttürüp çobanlık yaptırmış, işkence
    etmiştir.



    Durumu görüp öğrenen Külçura, Kançura'yı yakalar ve Kanıkey de onu
    öldürür. Baba yurduna yerleşen Semetey ise Taşkent'ten Talasa kadar
    yayılan geniş ülkeleri yönetimi altına alıp oraların Hanı olur.
    PyscHo
    PyscHo


    Mesaj Sayısı : 242 Aldığı teşekkürler : 1241 Nereden : Windows/System32 Kayıt Tarihi : 10/04/11

    Türk Destanlari Empty Geri: Türk Destanlari

    Mesaj tarafından PyscHo Paz Nis. 10, 2011 11:37 am

    Cengizname Destanı

    Ortaasya'da
    yaşayan Türk boyları arasında XIII. yüzyılda doğup gelişmiştir.
    Cengiznâme Moğol hükümdarı Cengiz'in hayatı, kişiliği ve fetihleri ile
    ilgili olarak Cengiz'in oğulları tarafından idare edilen Türkler
    tarafından meydana getirilmiştir. Orta Asya'da yaşayan Türkler
    özellikle de Başkurd, Kazak ve Kırgız Türkleri, Cengiz destanını çok
    severek günümüze kadar yaşatmışlardır. Cengiz-nâme'de, Cengiz bir Türk
    kahramanı olarak kabul edilmekte ve hikâye Türk tarihi gibi
    anlatılmaktadır. Cengiz, Uygur Türeyiş destanının kahramanları gibi
    gün ışığı ile Kurt-Tanrı'nın ****** olarak doğar. Cengiz-nâme, Moğol
    Hanlarının destanî tarihi olarak kabul edildiğinden tarih
    araştırıcılarının da dikkatini çekmiştir. XVII. yüzyılda Orta Asya
    Türkçesinin değerli yazarı Ebü'l Gâzi Bahadır Han, "şecere-i Türk"
    adlı eserinde "Cengiz-Nâme"nin varyantını tesbit ettiğini söylemektedir.
    Bu bilgi, bu destanın, Orta Asya'daki Türkler arasındaki yaygınlığını
    göstermektedir. Orta Asya Türkleri, Cengiz'i islâm kahramanı olarak
    da görmüşler ve ona kutsallık atfetmişlerdir. Batıdaki Türkler
    tarafından ise Cengiz hiç sevilmemiştir. Arap tarihçilerinin, bu
    hükümdarı islâm düşmanı olarak göstermeleri ve tarihî olaylar onun
    sevilmemesinde etkili olmuştur. Moğolların Anadoluya saldırgan biçimde
    gelip ortalığı yakıp yıkmaları, Bağdat'ın önce Hülâgu daha sonra
    Timurlenk tarafından yakılıp yıkılması, Timurlenk'in Yıldırım
    Beyazıd'la sebebsiz savaşı gibi tarihi gerçekler, Cengiz'in de diğer
    Moğollar gibi sevilmemesine sebeb olmuştur. Cengiz-Nâme batıda yaşayan
    Türkler'in hafıza ve gönüllerinde yer almamıştır. "Cengiz-Nâme"nin
    Orta Asya Türkleri arasında bir diğer adı da " Dâstân-ı Nesl-i Cengiz
    Han"dır.

      Forum Saati Cuma Mayıs 10, 2024 7:48 am